-
Alevli Günler oyununu 08.04.2025 tarihinde Beylikdüzü AKM Sahnesi’nde izledim. Bu sahnede ilk kez bir temsil izledim. Sahne ve oturma düzeni bakımından gayet verimli bulduğum bir sahnesi vardı. Oyuna gitmeden önce tereddütlerim vardı süresi bakımından, oyun 2 perde 120 dk sürüyor. Fakat baştan söylemeliyim ki son dakikasına kadar aşırı keyif aldığım ve bir an olsun seyirden kopmadığım bir oyun izledim. Sahneye ilk girdiğimizde etnik detaylardan oluşan bir salon dekoruyla karşı karşıyayız. Oyun yıllarca hiç kopmamış 3 yakın arkadaşın masada birbiriyle sohbeti üzerine bir giriş yapıyor ve seyircisini o ilk dakikadan beri seyirden kopmamayı sağlıyor. Zaten oyuncu kadrosundaki güçlü isimler sayesinde tam bir oyunculuk resitali izliyorsunuz. Irmak Bahçeci’nin kaleminden çıkan Alevli Günler, konusu bakımından aykırı diye nitelendirilen, aslında sadece farklı olan bir kesime değişik bir pencereden, daha objektif bakmamıza olanak sağlıyor. Yıldıray Şahinler rejisinde yönetilen oyunda sahne geçişlerini sevdim. Müzikleri birkaç seyirci beğenmese de ben metinle çok doğru orantılı buldum ve sevdim. Beni eğlendirdi açıkçası. Türkoloji profesörü olan, yazdığı makalelerle aykırılıktan suçlanıp sürekli tepkilere maruz kalan ve bunlardan ötürü başı bir türlü dertlerden eksik olmayan Tarık isimli karakterimizin, aynı zamanda Tengrizm dinine inanması ve Şaman olması sebebiyle konu daha ilginç bir noktaya doğru ilerliyor. Bir gün doktorundan gelen bir telefonla tetkiklerin sonucunda üçüncü evre lenf kanseri olduğu öğrenen Tarık’ın bu iki yakın arkadaşlarına öldükten sonra yakılmak isteği üzerine olan son arzusu neticesinde oyun daha da ilgi çekici olmayı başarıyor. Konu işlenişi ve geçişleri çok yerinde ve doğru buldum. Seyrederken gerçekten sanki bir sinema filmi izlercesine bir an olsun hikayeden kopmuyorsunuz. Burada elbette oyuncuların çok büyük bir katkısı var fakat metin ve reji de muhteşem olunca ortaya gerçekten eşsiz bir iş çıkıyor doğrusu. İnançlarından ötürü saygı görmeyen karakterimizin önündeki en büyük engel Türkiye’de yaşayan bir vatandaş olması oluyor ve ne acı ki inandığı dinde, kendi arzusuyla gömülmek yerine yakılmak istemesi maalesef hangi devlet dairesine giderse gitsin bir türlü kabul görmüyor. Aslında dramatik olan konunun işleniş biçiminden kaynaklı kahkahalara boğuluyorsunuz. Oyunda başından sonuna en sevdiğim şey; uzun zamandır içinde olduğumuz ve kısır döngüdeki bu buhranlı dönemimize o kadar net, doğru ve sert mesajlar veriyor olmalarıydı. Bu cesaretlerinden ve özverili duruşlarından dolayı bir kez daha teşekkür ediyorum tüm ekibe, hepimizin sesi oldular sahnede. Erkan Can’ın karakterler arası geçişlerdeki performansına hayran kaldığımı özellikle belirtmek isterim. Gerçekten çok kreatif bir iş var ortada. Kendisi de hem polis memuru, hem diyanet başkanı, hem kadın devlet memuru, hem üst kalem memuru, hem avukat gibi birçok tiplemede bu karakterlere hayat vermesi çok güzel ve öznel bir detaydı. Doğduğumuz ülke kaderimizmiş maalesef. Biz doğmadan önce dinimiz, memleketimiz, her şey önceden belirleniyor ve bizlere seçme hakkı tanınmıyor. Bu acı gerçeği sahneye komedi bir üslupla koyan yazarı gönülden tebrik ediyorum. Günün sonunda kimliğinden islam ibaresini kaldıramadığı ve bu vatanın topraklarında ölmek istediği için yakılma arzusu yerine gömülen Şaman karakterimizin, yakın arkadaşlarının ona son görevlerini yerine getirme arzusuyla sürprizli bir sonla biten oyunu dakikalarca tüm seyirciler ayakta alkışladık. Böyle kaliteli işleri özlemişiz açıkçası… Levent Ülgen’in ve Bahtiyar Engin’in oyunculukları zaten fevkalâde idi fakat oyunu başından sonuna sırtlayan bence Güven Kıraç’tı. Hikaye kendisiyle çok iyi özdeşleşmiş, karakter ve oyuncu uyumunu bu bağlamda çok yerinde buldum. Bizden her türlü konuda farklı olana saygı gösterdiğimiz ve ona uygun yaşama ve seçme hakkı tanıdığımız o demokratik ve laik günleri umarım bir gün görürüz, tek temennim budur. Tüm ekibe sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
Dalgakıran oyununu 22.03.2025 tarihinde Craft BomontiAda’da izledim. Craft’ın genel olarak oyunlarını seven ve ilgiyle takip eden biri olarak bu oyunu da oldukça merak ediyordum. Uzun süredir sahnelenmeyen Dalgakıran’ı en nihayetinde izleme fırsatı buldum. Hayranlıkla izlediğim Old Fools ve Yeter gibi devasa başarılı oyunlarını seyrettikten sonra üçüncü oyunları olan Dalgakıran için ne yazık ki aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, maalesef beklentimin altında bir oyunla karşılaştığımı üzülerek belirtmeliyim… Belki de Old Fools ve Yeter gibi güçlü prodüksiyonla ve metinle karşılaşacağımı umduğum için olsa gerek, Dalgakıran’ı seyrederken epey yoruldum. Sahneye girdiğimizde deniz galgası şeklindeki kilim dekoru oldukça etkileyiciydi. Tıpkı Toz’daki gibi tek bir sandalye ve oyuncu karşımızdaydı. Serkan Altunorak; hayat verdiği Alex’i epey içselleştirmiş, bunu fark etmemek elde değil. Oyun başlamadan önce sahnede dekorun üzerinde bizi karşılayan, depresif bunalımlarla ve ağlamaklı reaksiyonlarıyla karşımızda oyuna girmeye hazırlanan Serkan Altunorak; dersine epey iyi çalıştığını gösterdi. Karmaşık bir anlatımla oyuna giriş yaptık. İngiliz yazar Simon Stephens’in yazdığı Sea Wall metin itibariyle bana pek hitap etmedi açıkçası. Her ne kadar duygu olarak oyuna ve o trajediye girmeye hazır olsam da; üzülerek zaman zaman metinden koptuğumu söyleyebilirim. Özellikle bir gün öncesinde oldukça benzer bir konuya sahip olan Müfettişler oyununu da izleyince; ister istemez iki oyun arasında kıyaslama yaptım. Her iki oyunda da bir kayıp ve bu kaybın getirdiği içsel trajedi, ruhsal bunalım ve depresif yas süreci anlatılıyordu. Müfettişler’de bu yas süreci daha soyut anlatılırken, Dalgakıran’da bu kadar yalın ve net olmasına rağmen duyguyu tam anlamıyla yakaladığımı ifade edemem. Burada Serkan beyde bir kusur katiyen yok, hatta o kadar iyi bir oyunculuk sergiliyor ki; gözlerinden akan o yaşlar, burnundan akan sümüğü ve ağzından akan tükürükleriyle bir o kadar sahici ve aşırı gerçek oynadı. Öylesine rolüne giriyordu ki; bir an karşımda gerçekten Alex’in oturduğunu hissettim. Ben sanıyorum metni sevemedim ve reji kısmında çok büyük eksiklikler fark ettim. Bu trajediyi destekleyecek müzik nüansları ve rejisel numaralar görmek isterdim. Tek başına kusursuz bir oyunculuk maalesef ki yetmiyor. Sahnede sıkılıp uyuyanlara da rastladım, duyguya oldukça kapılıp ağlayan ve burnunu çekeni de gördüm. İki zıt seyirci kitlesini bir arada görünce ben ikisinin ortasında bir konumda kalakaldım. Toz’u iki defa seyrettim ve her ikisinde de hüngür hüngür ağladım. Olumsuz yorumlarıyla beni şaşırtan Balina oyununda da mesela final sahnesinde gözyaşlarımı bir an olsun tutamadım. Burada hikaye her ne kadar daha derin olsa da; maalesef metinde yerine oturmayan taşlar yüzünden sanki birtakım şeyler havada kaldı benim için. Gelelim metne… Karısı Helen’i çok seven, ona sırılsıklam aşık olan Alex’in ağzından çıkan çok büyük bir kelime ile hayatı nasıl bir anda tepetaklak oluyor, bunu izledik. Hamile olan eşine doğum esnasında “eşimi kaybedemem, bununla asla baş edemem ama çocuğun kaybıyla bir şekilde baş edebilirim” cümlesi tam anlamıyla evren tarafından ona cevap niteliğinde geri dönüyor. Başına gelen olaylardan sonra Tanrı’yla sürekli kavga eden ve Tanrı’nın varlığını sorgulayan Alex; en ufak bir gölgede bile Tanrı’nın var oluşunu kanıtlamak istiyor. Güney Fransa’ya uzanan derin hikayede, evladı Lucy’nin bir dikkatsizlik sonucu hayatını kaybetmesiyle hayata küsen, kendine ve tüm bu olanlara nefret duyan, sorgulama evresinde inkar ve uzlaşma arasında ince bir çizgide yolunu kaybetmiş Alex’in travmatik öyküsünün sonuna geliyoruz. Oyun bitiminde oyunun adının neden Dalgakıran olduğunu sordum arkadaşıma. Ona göre cevap farklıydı, bendeki uyandırdığı anlam daha farklıydı. Yoruma açık bir oyun olduğunu bu bağlamda söyleyebilirim. Metnin karışıklığı arkadaşımda bir karakteri yanlış anlamasına sebep olmuş mesela… Yakın arkadaşı sandığı kişi aslında eşinin babası. Bunu benden öğrendi. Halbuki oyunu izleyen bir seyirci olarak bunu seyir esnasında anlaması gerekiyordu. Burada seyirciyi değil, anlatıcıyı ya da anlatılan metni irdelerim. Tüm bunları irdelediğimde puzzle’ın eksik parçaları olduğunu fark ettim. Beklentimi düşük tutsaydım muhtemelen bu oyuna 9 puan verebilirdim. Ancak tek kişilik bir sürü performans izleyince, hele ki Craft’ın çok daha başarılı yapımlarını da deneyimleyince bu oyunun bunların gerisinde kaldığını söylemek pek de haksızlık yaratmaz. Yine de görülmesi gereken bir iş olduğunu düşünüyorum. Gidecek olanlara bir notum var; finalde Serkan beyin sahneye geri dönmesini ve selamlamasını beklemeyin. Zira gelmiyor. İlk kez selamlama kısmının olmadığı bir oyun izledim. Bu hareketi doğru bulduğumu söyleyemem. Sonuçta oyun bitti ve performansından dolayı kendisini bizzat alkışlamak isterdim, arkasından değil. Bu da şahsî görüşüm…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
İKSV’de prömiyerini yaparak, festivalin açılış oyunu olmakla birçok tartışmalara konu olmuş “Müfettişler” oyununu 21.03.2025 tarihinde ENKA Oditoryumu’nda izledim. Melih Cevdet Anday’ın beynindeki bir rahatsızlığın iyileşme sürecinde yazdığı, yaşam ile ölüm arasındaki ince parodide; 71 muhtırası öncesi ele aldığı toplumu anlatan Müfettişler oyunu metni itibariyle zor, derin ve özgün bir yapıt. Enka Oditoryumu’nda ilk tiyatro deneyimim. Daha öncesinde ENKA Eşref Denizhan Açıkhava Tiyatrosu’nda Hamiyet’i izlemiştim. Cuma akşamına yakışması ümidiyle, arkadaşıma da hediye bilet aldığım Müfettişler oyununun eleştirisine geçmeden önce izlenilmesi gereken bir iş olduğunu lakin her kesime hitap etmediği kanaatindeyim. Sahneye ilk girdiğimde dekor beni açıkçası mest etti. Diyagonel bir arka plan ve LED düzeneği beraberinde otantik ve yalın döşenmiş bir evin salonundayız. Travmalı geçmişe sahip bir çift olan Aslıhan Gürbüz ile Erkan Kolçak Köstendil’in gizemli diyaloğuyla başlıyor oyun. Gizemli diyorum çünkü nerdeyse oyun bitimine kadar tüm olup bitenleri bir anlam bütünlüğünde derleyip anlamamanızı sağlıyor metin. Bu tarz derin ve özgün metinleri seviyorum. Oldukça travmalı geçmişleri ile şuanki benlikleri arasında sıkışıp kalmış çiftimizin tüm yaşadıklarını bir kenara bırakarak, bunlarla barışıp yoluna devam etmesi niyetiyle; sahile bakan, ferah bir ev almak istemeleri sonucunda şuanki yaşadıkları evlerini satışa çıkarmasını ele alıyor oyun. Hayatı sorgulayan ve geçmişi ile yüzleşmekten de bir o kadar korkan bu çiftin travmatik hikayesini karakomedi bir üslupla ele alan yazar, seyircisinin algısıyla oynayarak gizemi daha devam ettirmesine alan tanıyor. Açıkçası ben bu oyunun katiyen karakomedi olduğunu düşünmüyorum. Ben bugün gayet dozunda bir trajedi & dram yapıtı izlediğimi savunuyorum. Lakin; ele alış biçimi ile biraz absürt tiyatro ezgileri de barındıran Müfettişler oyunu; rejisiyle takdire şayan bir iş. Yönetmen koltuğunda oturan Engin Hepileri, hakkaten bu derin ve gizemli metne yakışırcasına kıvrak, zeki ve özgün bir tavır sergilemiş. Oyunda duygu-durum değişimlerine göre renk ve boyut değiştiren LED’deki ışık geçişleri, sensörle hareket eden koltuk, yer yer güçlü müzik girişleri ve ışık hüzmeleri oldukça başarılıydı. Müzikler Kenan Doğulu’ya ait olunca da ortaya ciddi anlamda başarılı bir iş çıkmış doğrusu. Kızlarının kayıplarıyla darmadağın olmak üzereyken birbirine tutunan çiftimizin yaşadığı trajediyi çözmek üzere evlerine tellal ve müşteri kılığında gelen iki müfettiş; olayların derinine indikçe buz dağının görünmeyen kısmı yani okyanusun dip kısmını görüyorlar. Yaşadığı acıyla gazete sayfalarını kendine yorgan edinmiş, zamanla yüreğindeki acı ve öfkenin tesir ettiği nefes darlığıyla mücadele eden karakterimizin pencereden bakma özlemi, bizlere olayları farklı pencerelerden bakmamızı sağlıyor. Somut olayları soyut tavırla seyircisine yansıyan bu oyunu izlerken keyif almakla birlikte yer yer sıkıldığım noktalar olduğunu belirtmeliyim. Rejinin doğru zamanlarda araya girmesi ile silkelenip kendime gelerek zedelenen adaptasyonumu devam ettirdim neyse ki. Fakat salonun yüzde sekseninin mutsuz ve anlam kargaşası içinde ayrıldığına şahit oldum. Böylesine derin ve zor metinleri ele alırken biraz da güzel bir akşam geçirmek ümidiyle salona gelen seyircisini düşünmek gerektiğini savunuyorum. Mesela birlikte izlediğim arkadaşım da salondan mutsuz ayrılanlardan biriydi. Oyunu anlamadığını ve bu anlam kargaşası içinde mutsuz olduğunu belirtti. Arabada ona anladıklarımı aktardıktan sonra kafasında bazı şeyleri netleştirdiğini söyledi bana. Bu açıdan yazımın daha en başında bu oyunun yapısı itibariyle izlenilmesi gerektiği fakat konusu itibariyle herkese hitap etmediği düşüncemi belirtmiştim. Tiyatro Festivali’nin açılış oyunu olması büyük bir ayrıcalık, buna değer miydi pek emin değilim açıkçası. Belki de böyle deneysel ve absürt ezgiler barındıran işler tam da festivale yakışan türdendir. Burada doğru seyirci kitlesiyle buluşması elzem tabii… Aslıhan Gürbüz’e TV işlerinden alışığım, kendisinin oyunculuğunu çok beğenirim. Diğer üç erkek oyuncuyu da çok beğenirim, zira bu oyunda da çok başarılı performans sergiliyorlar. Biraz Aslıhan hanıma olan hayranlığımla beraber, düşük puanına ve olumsuz değerlendirmelerine rağmen Müfettişler’i yine de izlemek istemiştim. Ben kendi açımdan güzel bir Cuma akşamı geçirdim. Özellikle final sahnesi beni çok etkiledi diyebilirim. Daha farklı ele alınabilecek birçok özelliği olduğu kanaatindeyim. Karakomedi bir üslup beklentisinde iken trajedi & dramı tam derinlemesine görememek bende de bazı kargaşalara elbet yol açtı. Bu sebeple puanımı 6 verecekken; başarılı rejisinden, beni tatmin eden finalinden ve tabii ki iyi oyunculuklardan ötürü puanımı 7 puan olarak değiştirdim. Okuması ve anlaması aşırı zor olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bu edebî metnin de tiyatroya uyarlanması güzel bir fikir. Bu tarz edebî metinleri sahnede farklı yorumlamayla görmek beni çok mutlu ediyor. Edebiyatımızda o kadar güzel örnekler var ki; hepsi birer cevher niteliğinde. Bunları sadece işleyecek açık zihinler ve de yetenekler lazım. Tüm Müfettişler ekibine bu zorlu serüvende başarılar dilerim…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
Takımyıldızları oyununu 14.03.2025 tarihinde Minoa Pera sahnesinde izledim. Kaos’un kurucu ortağı sevgili Kemal Kayaoğlu’nun davetiyle izlediğim oyun; konusu itibariyle aslında epeydir ilgimi çeken bir işti. Öncelikle Minoa Pera’da ilk katıldığım etkinliğim olması özelini taşıyan oyun, sahneye girdiğimizde yalın ve amacına uygun bir sade dekorla karşılıyor seyircisini. Bir partide tanışan Mary ve Roland’ın yaşayacağı ilişki çerçevesindeki sonsuz ihtimallerini farklı bir bakış açısıyla işliyorlar. Nick Payne’in “Constellations” oyunundan Kemal Kayaoğlu tarafından dilimize çevrilen Takımyıldızları; ince bir matematikle, yaşadığımız olasılıklar evrenindeki ihtimalleri bize anlatırken; kader diye adlandırdığımız, aslında verdiğimiz kararlarımızın doğurduğu nihai sonuçları gözler önüne seriyor. Her birimiz dünyaya birer varoluş amacıyla gelmekle birlikte; tıpkı atom gibi bir bütünü oluşturan her bir elementin en küçük yapı taşıyız. Varoluşlarımız, dünyadaki kütlemiz ve belirli amaç doğrultusunda aldığımız kararlar, çizdiğimiz yollar ve bir kader örgüsünde sonsuz ihtimallerin yer aldığı bir evrendeyiz. Arıcılık işiyle ilgilenen Roland ve uzay bilimci Mary’nin farklı yaşam ve karakterlere sahip olmasının beraberinde bir araya geldiklerinde oluşturdukları birlikteliğin; bu ilişkiye devam etselerdi nereye varacağını ve devam etmeselerdi nasıl bir sonla sonlanacağını izliyoruz. Belirli tekrarlar ve karakterler arası geçişlerle, derin duyguyu seyircisine güçlü şekilde aktaran oyuncuların sergiledikleri iyi oyunculuktan da bahsetmek isterim açıkçası. Kemal beyin duygu geçişlerindeki iyi oyunculuğunun yanısıra, beyin tümörü hastalığına kapılmış, konuşma yetisini zamanla kaybeden ve işaret dili ile kendini ifade etmeye çalışan bir kadının yaşadığı zorlu dramı kusursuz şekilde oynayan Özge hanıma da ayrıca değinmek isterim. Sahnede iyi partner olmayı başarmış iki genç oyuncuyu izlemek güzel bir keyifti. Tek kritiğim şu yönde olacak; zaman akışlarında, ihtimaller arası geçişlerde daha farklı ve net ışık oyunlarını görmek isterdim. Yer yer ışık hüzmelerini, farklı ışık renkleriyle zenginleştirmek oyuna daha net ve farklı bir tavır getirebilirdi. Metin biraz derin olma özelliği taşıyor. Seyirciye bu olasılıklar evrenini aktarırken bunu daha kolaylaştıracak, aynı zamanda güçlü de kılacak farklı metodlar denenebilir miydi diye içimden geçirmedim değil doğrusu. Yine de toparlayacak olursam; genelinde iyi bir oyun izledik. Dilini dirseğine değdirmeyi başaran insanlar ölümsüz olurlarmış. Peki herkes dilini dirseğine değdirebilseydi, günün sonunda herkes ölümsüz olsaydı ortada ciddi bir kaos olmaz mıydı? Bu kaos nasıl bir dünya ve ihtimalleri getirirdi. Aslında yaşadığımız her an, her dakika, her saniye; sonsuz ihtimaller arasında yalnızca küçük bir ihtimalin bize sunduğu bir yoldur. Oyun bitiminde şunu sordum kendime; kader değiştirilebilen bir şey midir ve bize sunulan ihtimalleri önceden görebilir miyiz? Görseydik nasıl bir kaosa sürüklenirdik… Takımyıldızları ekibinin bu serüvende yolları açık ve uzun olsun!
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
Uzun zamandır takip ettiğim, bir türlü fırsat yaratamadığım fakat sona ermesine son 2 oyun kala nihayet izleme fırsatı yaratabildiğim bu muhteşem müzikali 16.03.2025 tarihinde Zorlu PSM Turkcell Sahnesi’nde izledim. Sona ermeden izleyebildiğim için gerçekten çok mutlu oldum. Sahneye ilk girdiğimizde seyircilere küçük Türk bayraklarının dağıtılması harika bir jestti. Kapalı perdeleri daha çok sevdiğimi zaten hep söylerim, bu sahnede de dekorun kapalı perde oluşu beni çok heyecanlandırmıştı. Ve o an; perde açıldığından beri gözlerimi bir an olsun hiçbir detaydan ayıramadım. Üzerinde o kadar incelikle düşünülmüş detaylar barındırıyordu ki… Zorlu’nun en büyük sahnesi olan Turkcell Sahnesi’nin hakkı fazlasıyla verilmiş ve tüm nimetlerinden epey faydalanılmış doğrusu. Prodüksiyon ciddi anlamda parmakla gösterilebilecek ve en iyiler listesine girecek türdendi. Günümüz döneminde Kurtuluş Savaşı Müzesi’ne yapılan bir okul gezisindeyiz. Öğretmenleri rolündeki Ece Dizdar ve müzenin müdürü rolünü üstlenen Kerem Alışık’ın karşılıklı diyalogları ile oyuna giriş yapıyoruz. Kerem Alışık’ın zaten şiirsel anlatımına herkes hakimdir, ben “Aşk Biter Mi?” oyunundan da kendisinin anlatım dilindeki büyüleyiciliğe yakından şahittim. Gezi sırasında bir anda ortadan kaybolan dört öğrencinin bir anda Bandırma Vapuru’nda başlayan serüveni, tarihsel bir zamanda yolculuğa kendini bırakıyordu. Mustafa Kemal’in Millî Mücadele’yi başlattığı dönemdeyiz. Büyük taarruzdan, Cumhuriyet’in ilanına kadar uzanan tarihsel süreçteki sahneleri; sürekli değişen harika dekorlar, dansçılar, oyuncular ve güçlü bir prodüksiyon eşliğinde izliyoruz. Buradaki prodüksiyon; sahne tasarımından multimedyaya, ışık tasarımından video tasarımına ve kostümlerdeki incelikli tasarım dokunuşlarına kadar muazzamdı. Barış Erdoğan ve İlker Arslan’ın sinema filminden uyarlanan 1923 Müzikali, Tuluğ Tırpan’ın bestesi ve Yekta Kopan’ın güçlü kalemiyle birleşince ortaya çok büyük bir emek çıktığını söylemek doğru olur. Cumhuriyet’in ilanına değin başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşları, cesur, korkusuz Türk halkının ne büyük katkıları olduğunu gördük. Bu anlatımı müzikal bir dille, dans yoluyla ve güçlü bir metinle zenginleştirdiler. 100 kişilik dev kadroyu ve o muhteşem orkestrayı görünce ne kadar büyük bir iş olduğunu, üzerinde ne kadar ince düşünüldüğünü ve seyirciye verilen değeri derinden hissediyorsunuz. Her sahne geçişlerinde ağlamamak için kendimi zor tuttum, gözlerimin arkasında biriken gözyaşı pınarlarım; oyun finalinde Mustafa Kemal Atatürk’ün biz seyircileri selamlaması ve yaptığı duygusal konuşması ile bir anda kendini bıraktı ve tüm salonun ağlamasına şahit oldum. Böylesine olanakları kullanıp duyguyu karşı tarafa geçiremeyen birçok prodüksiyon izledim. Nitekim kolaylıkla söyleyebilirim ki; 1923 Müzikali aralarında izlediğim açık ara en iyi performanstı. Kalbimi en çok Millî Mücadele’de ismi geçen yüzlerce kahramanlardan biri olan tahta kaşık Meliha’nın yürek burkan hikâyesine bıraktım. Vatanı uğruna 3 evladını şehit veren, tüm bu acıları yaşadıktan sonra “Vatan Sağolsun” diye kendini teselli ederek, tüm varıyla yoğuyla hâlen bu vatana bir can borcu olduğunu düşünüp tüm kadınlara güç ve ilham kaynağı olan tahta kaşık Meliha; tarih boyunca tüm insanlığa örnek gösterilecek bir kahraman… Mesela bunu bugün bu müzikalde öğrendim. Daha nicesini öğrendiğimiz, izleyerek bizi o günlere tarihsel bir yolculuğa çıkartan, gurur ve hüzün dolu bir gün yaşamamızı sağlayan tüm ekibi gönülden tebrik ediyor ve teşekkür ediyorum. Ülkece maalesef uzun zamandır karanlık günlerden geçiyoruz. İçinde bulunduğumuz hâl; üzerimizdeki kara bulutlar bu müzikali izledikten sonra bir nebze olsun biteceğine dair umut yarattı ve içimdeki bir sürü fideyi yeşillendirdi. Sırf bu sebeple bile görülmesi gerektiği kanaatindeyim. Kahramanlarımızın fedakârlıkla bu vatanı nasıl kurtardıkları ve Cumhuriyet’i ilan ederken tüm dünya ülkelerine nasıl örnek olduğumuzu görmüş olduk bugün. Hepsinin ruhu şâd olsun. 90 dakika nasıl geçti, katiyen anlamadım. 2 saat daha sürse yerimden kıpırdamadan, gözlerimi bir an olsun kırpmadan izlerdim. Lütfen kendinize bir iyilik yapın ve bu müzikal sona ermeden son 2 temsilinden birine mutlaka bir bilet alın. Ayakta alkışlıyorum tüm ekibi!!!
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
Alevli Günler / Vigor Kültür Sanat