Uzun zamandır listemin başlarında olan, merakla izlemek istediğim “Uykusuz Bir Rüya, Salim” oyununu 31.10.2025 tarihinde Alan Kadıköy’de izledim. Öncelikle belirtmek isterim ki; bu sezon onca temsilin içinde izlediğim en “olamamış” oyundu benim için ve büyük bir hayal kırıklığıyla salondan ayrıldım. Berkay Ateş’i ilk kez sahnede izleyecektim, salona girmeden önce kendisinin yazdığı “Sessizliği Vurun” kitabı da alanda satışta idi. Kitap oyunun içinden de kesitler barındıran bir kitapmış, hâliyle daha da merak içerisindeydim. Oyundan mutlu ayrılırsam kitabı da derhal alır ve ilgiyle okurum diye düşündüm içimden. Ama ne yazık ki mutlu ayrıldığımı söyleyemeyeceğim… Alan Kadıköy’deyiz, dekor çok yalın. Dekorla ilgili bir problem yok bence, oyunda tek sevdiğim şey olabilir hatta. Adana’da birlikte yaşadığı ailesinin yanından amcasının İstanbul’daki kebapçı dükkanına çalışmak için giden Salim’in öyküsünü dinliyoruz. Bu yolculukta edindiği arkadaşları Gökhan ve Kıvılcım’la hayatının nasıl bir anda şekillendiğine tanıklık ediyoruz. Sahnede oldukça dağınık ve çarpık bir anlatımla karşı karşıyayız. Birçok karakterler hikâyeye dahil oluyor. Bir anda sorgu odasında ifade verirken, bir anda da adliyede kendini savunurken görüyoruz Salim’i. Burada içimizden birinin belki de hikayesine dokunacak türden bir yaklaşımla başlarken bir anda olay örgüsü içinde dağılan ve yer edinemeyen bir Salim’i görüyoruz. Aile; hayatımızın başlangıcını oluşturan en temel yapıtaşıdır. Salim’in aile hayatında ise babayla kurulamayan bağ, genç yaşta ölen kız kardeşin ağırlığıyla yaşanmak zorunda kalınan bir yarım hayat, sürekli deli damgası taşıyan bir anne ve kendini göstermeye çalışan, ailesine ispat etmeye uğraşan ve de bir türlü başaramayan bir Salim. Aslında kendini tanıma ve bir şeyleri ispat etme uğruna başlanılan sancılı bir yolculuk. Derken Salim’in zihin akışları eşliğinde savruluyoruz ama bir türlü hikayeyi elimizde tutamıyoruz. Sabun gibi bir yerde kayıp gidiyor elimizden. Bir oyunun en temel yapısını oluşturan şey metindir. Burada metin çok zayıf. Tüm hünerlerini göstermek istemiş belli ki Berkay bey fakat metin zayıf, oyunculuk da yetersiz ve de yorucu olunca ne yazık ki bir şeyler birleşmiyor. Berkay beyin oyunculuğu katiyen kötü değildi, hatta birçok kişi tarafından eminim kusursuz dahi bulunabilir. Fakat o kadar kusursuz tek kişilik oyunlar seyrettim ki; Berkay beyin performansı için “kusursuz, muhteşem” tanımlamalarını kullanırsam Toz’u oynayan sevgili Zerrin Tekindor’a, Dirmit’i oynayan Nezaket’e, Eylül’ü canlandıran Uğur Kanbay’a haksızlık etmiş olurum. En azından Berkay beyden bu kadar komplike bir metni seyirciye aktarırken daha yalın ve net bir anlatım beklerdim. En azından o zaman olay örgüsü kafamızda daha net şekillenir ve nihai amaca da erişirdik. Ayrıca ben konunun bu kadar trajik bir tarafını hissedemedim. “Bir uyku olsun en derinden, sabahı sen belirle Salim!” bu repliği birkaç defa duyduk. Kelimelerin gizemi ardından bu zihin akışında sürekli ahtapotların suya vurmasından, kendini çağırmasından ve ballarının akmasından bahseden karakterimiz; nezarethane - kebapçı dükkanı - akıl hastanesi üçgeninde uykularının aslında nasıl öldüğünü anlatıyor. Anlatırken iyi bir reji yardımı alıyor, ışık ve ses oyunları ile aktarımı gölgeleri de kullanarak biraz olsun netleştiriyor kafamızda. Oyunda tek sevdiğim replik şuydu: “Benim uykularım öldü, seninse duyguların”… Bir sofra insan kadar ağır mıdır? sorusuyla bizi başbaşa bırakıyor karakterimiz. Beni neden sofranızdan kovdunuz diye ayrıca ailesine sitem ediyor. Kurulamayan aile bağını bir başka düzende arayan ve nihayetinde akıl hastanesinde sonlanan bu metin; aynı zamanda “keşke mi daha zordur, kader mi?” sorusuyla başkalaşan, evrimleşen ve de evrilemeyen mutlak gerçekliklerdeki kopuk bağlarda sizi tıpkı bir ahtapot gibi sarmayı hedefliyor. Ben bu hikâyede tıpkı Salim gibi kendime bir yer edinemedim ama belki siz seversiniz, belli mi olur?
Büyük Zarifi Apartmanı / İstos Sahne