1 Mayıs'ta Bursa'daki prömiyerini izledim.
İnsanın, hayatında anlam arayışı her daim sürer. Yüzyıllar önce bu, hem dinin etkisi ve hayatın büyük bir kısmını kaplaması sebebiyle hem de değişkenlerin azlığı nedeniyle çok daha kolaydı. Başa gelen her şeyin, günün sonunda, tanrı öyle istediği için olduğu anlayışı, insanın çetrefilli sorularla başbaşa kalmasını engeller; üzerine fazla düşünmeye gerek bırakmadan iç dünyasında her şeyi meşrulaştırabilirdi.
Reform ve rönesans hareketleri, paranın hareketlerinin artması ve sanayileşmeyle birlikte bireyler şehirlerde yaşamaya başlamış, doğa ile içiçe olan hayatından uzaklaşıp, her şeyin bir sebep doğrultusunda, bu sebeplere neden olanın da insan olduğu anlayışıyla çevrili bir dünyaya adım atmış bulunur. Artık herkes kendi kaderinin efendisidir. Suçlayacak biri yoktur, çünkü modern dönemin getirdiği fırsatlar, modern devlet aracılığıyla herkese eşit derecede sunulur(!) Burada, ya kurallara uyarak yükselebileceksindir ya da 'sen' kurallara uymadığından dolayı olduğun yerde sayacaksındır. Yoksulluğunun tek sebebi de sensindir.
Dezavantajlı bir konumdaysan, demokrasi senin için müzakere etme hakkı tanır. İstediğini alabilirsin. Ancak, avantajlı konumdaki isterse. Arada sırada bunu sana verirler. Fakat koruyamazsan geri almaları da mümkündür. Sürekli uyanık ve savaş halinde olmalısın. Bunu beceremiyor musun? Hatalı olan sensin. Ya bunu kabul edersin ya da bunu kabul edersin.
Oyun, piramitin en altındaki kişileri başrole taşıyor ve bizleri ikilemden ikileme sürüklüyor. Azıcık aşım, ağrısız başım mı? Risk alıp tepeye tırmanıp insanca yaşamak mı? Savaşı baştan kaybettiğini düşünüp, elindekiyle yetinmek mi? Düzeni reddedip, hakların için savaşmak mı? Hayal etmeyi bırakıp robot gibi hissiz ve duygusuz, verilen görevi tamamlamak mı? Hayallerinin peşinden koşmak mı? Elden ayaktan düşmeden, kimseye muhtaç olmadan ölmek mi? Rezil bir şekilde yaşama ihtimalini göze alıp 100 yaşını görmek mi?
Biri, üst sınıfta her şeye sahipken birden dibi görüp, varlıktan yokluğa düşmenin travmasıyla baş etmeye çalışırken, diğeri, bulunduğu yerin konfor alanına sıkışıp, hayatla savaşmayı bırakmış ve toplumsal tüm değerleri reddederek hayatını sorgulamak istemeden yaşar. Bir diğeri de sistemin artık işine yaramadığından dolayı kovulmuş, hayatının son demlerini yaşamaktadır. Hayatının farklı dönemlerindeki bu üç kişi, farklı hayat deneyimleriyle bizi bir sorgulamanın içine sokuyor.
Mevcut düzen kimden yana? Çabalamak boşuna mı? Bu kadar işi ne için yapıyorum? Haklarımı aramak işe yarıyor mu? Demokrasi bir illüzyon mu? Yaşlansak da uzun yıllar yaşamak iyi midir? Eski dönemlerde hayat insan için daha mı kolaydı? Sistemin hor gördüğü bulaşıkçılık bile bir restoran için hayat memat meselesi kadar önemli mi? Hayaller sadece çektiğin acıları daha da artıran kötü bir şey midir?
Bu sorulara cevaplar kişiden kişiye değişebilir. Tek bir doğru bulmak da zordur. Mekan ve zaman, insan değişse de, var olmanın kendisinden kaynaklı sorular değişmiyor. Hepsinin özünde de bir anlam yaratma çabası var. Yaratılan bu anlam da, her insan için farklı. Birinde işe yarıyorken, bir diğerinde yaramıyor. Bu yolculukta hepimiz yalnızız. Yalnızlık da ömür boyu.
Dekor ve ışık kullanımı beklentimin üstündeydi. Köpük makinesi ve tıslayan borular, yaşayan bir yer yaratmayı başarmış. Sesteki boşluğu, bilerek, mekan algısı yaratmak için mi yaptılar bilmiyorum ama eğer öyleyse iyi bir fikir değilmiş. Önlerden izlememe rağmen birçok şeyi ister istemez kaçırdım. Metin ağır ve uzun diyaloglardan oluşuyor. Anlık tepkilere dayalı bir mizah da varken, seyircinin duymasını zorlaştıracak her şey oyundan çalmış oluyor. Diğer sahnelemelerde dikkat edilmesini tavsiye ederim.
Özge Özpirinçci'nin ilk tiyatro oyunuymuş ve ilk performansıydı. Biraz büyük oynadı. Replikleri de bazen, arkasından biri kovalıyormuşçasına sıraladı. İkinci yarı daha da iyi bir performansı vardı. Genel anlamda iyiydi. Ahsen Eroğlu için nötrüm. Ve tabii ki Şebnem Sönmez. Sahneye girmesinden çıkana kadar harika bir performans sergiledi. Aradaki farkı direkt görebiliyorsunuz. Zamanla daha iyi olacaklarını düşünüyorum.
Oyunun orijinal haline bir şeyler eklenip çıkarıldı mı bilmiyorum fakat uzun bir oyun. Yukarıda bahsettiğim ses sorunu sebebiyle de bir noktada yorucu olmaya başladı. Sonlara doğru artık bitsin diye düşünmeye başladım. Oyun metni düşündürdükleriyle iyi fakat fazla tatsız tuzsuz ve ruhsuzdu. Bu ne oyunculuktur, bu nasıl bir oyun, ben az önce ne izledim gibi etkileyici cümleler kurdurtmadı. Diğer temsillerini izlemediğimden dolayı karşılaştırma yapamıyorum. İlk oyun olması sebebiyle de böyle olmuş olabilir. Oyuncuların hayranıysanız, canlı izlemek için gidilebilir. Emeği geçen herkese teşekkürler.
İzleyenin, hayran kaldığı bir performansı anlatması, içine giremediği bir işi anlatmasından çok daha zor oluyor.
#ÖlüyorMuNe oyununa dair bu naçizane #izleyicizlenimi yazısını yazmak, hele de bu gümbürtülü gündemde benim için pek kolay olmadı. 19 Mart'ın hemen öncesinde izlediğim oyunda, perde kapandığında hissettiğim çığlık atma arzusu sanırım hala içimde. Şu son bir ayda yer yer o çığlığı koy verebilmiş olsak da yetmiyor, geçmiyor... Size işte bu hissin nasıl ortaya çıktığını anlatmaya çalışacağım.
Evet, Şahika Tekand ve Studio Oyuncuları hakikaten mevcutta aklımın perdeleri ardında yaşayageldiğim bir diyardan sesleniyorlar bana. Bu oyunda da aynısı oldu... Bu defa, tanrıların tanrısı Zeus ve hizmetçisi Sisypha ile kuruldu sahne. Sahne düzeni her zamanki gibi oldukça minimal fakat çarpıcı. Göz alıcı hiçbir unsur yok; sahne sadeliğiyle bizi repliklere, oyuna odaklanmaya yönlendiriyor. Öte yandan mitolojik diyaloğa eşlikçi, çağdaş dünyanın kaba gerçekliği de bu dekorda sembolize oluyor. Sahne zemini ve çevresi düz, tanrıların yaşadığı yerin ışıltısından ziyade, onların insanileşmiş hâllerine uygun bir soğuklukta. Oyuncuların kıyafetleri de bu temaya paralel biçimde işlevsel ve simgesel: Zeus’un giysileri –kırmızı renkte bir bebek tulumu– oyunun geçtiği zamanda artık otoriteyi değil, acizliği, yetersizliği yansıtıyor; Sisypha’nın kostümü ise hizmetçiliğin ötesinde, emeğin, direncin metaforu.
Tanrılar dağı bereketli Olimpos’ta değil, günümüzün kaygılarla örülü zihinsel dağarcığında kurulu bir sahne karşımızda. Şahika Tekand’ın yönettiği "Ölüyor mu Ne?", mitolojiden beslenerek bugünün bireyine ve toplumuna ayna tutuyor. Oyunun merkezine yerleştirilen Zeus karakteri, hem kudreti hem çaresizliğiyle, geçmişin tanrısal gücünü değil, bugünün insanına özgü bocalamayı aynalıyor. Çok biricik ve kibirli, çok yalnız ve zavallı. Yanındaki Sisypha ise bildiğimiz mitin aksine, taşı yukarı itmeye mahkûm olan değil; başkalarının yüklerini taşımayla yükümlü, yorgun ve nihayetinde öfkeli olan.
Tekand’ın kendi geliştirdiği Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi, bu oyunda kusursuz bir matematikte işliyor. Replikler, gündelik bir diyalogdan ziyade ritmik bir yapı içinde, zaman zaman dansa, zaman zaman müziğe dönüşüyor. Oyuncuların sesleri ile çıkardıkları mekanik sesler, elektronik komutlara uyum sağlayan birer beden-makine gibi işliyor. Özellikle oyuncuların konuşma biçimi ve beden ritmi arasındaki senkronizasyon, sahneye komut veren dış sesle bütünleşiyor; seyirciyi yalnızca izlemeye değil, rahatsızlık hissiyle birlikte bu mekanik müzikal akışı içselleştirmeye çağırıyor.
Bu yöntem, yalnızca bir estetik tercih değil, aynı zamanda bir sahne kuramı. Performatif Oyunculuk Yöntemi, aktörün sadece sözle değil, beden ritmiyle de anlatım gücünü pekiştirdiği; zamanı, mekânı ve duyuyu yeniden kurduğu; seyirciyi zihinsel olarak sahneye dahil eden bir yapıyı tarif ediyor. Tekand’ın bu yaklaşımı, oyuncuyu metni aktaran bir araç olmaktan çıkarıp, ritmin ve anlamın ortak yaratıcılarından biri haline getiriyor.
Oyuncular Arda Kurşunoğlu (Sisypha), Ahmet Sarıcan (Komut Oyuncu), Nedim Zakuto'nun (Zeus) beden kullanımı, Tekand’ın yöntemiyle hayli uyumlu. Özellikle Zakuto’nun Zeus yorumu, karakterin ruhsal dağınıklığını beden diliyle başarıyla aktarıyor. Sandalyesine bağımlı, güçlerini kaybetmiş bir tanrı-kral; o koltuktan azade hareket edemiyor, dışarıdan gelen komutlardan azade koltuğunu konumlandıramıyor. Arda Kurşunoğlu’nun Sisypha’sı ise hem mizahi hem dramatik bir yük taşıyor; arada sıkışmış, ama sahneye özgüvenle yerleşmiş bir performans sergiliyor.
Evet, hayran kaldığınız bir işi anlatmak zordur, çünkü hep bir şeyleri eksik bıraktım kaygısı yaşatır. “Ölüyor mu Ne?” üzerine yazarken hissiyatım hem coşkulu hem de kaygılı. Son sözüm şu olsun; izlediğimiz yalnızca bir tiyatro oyunu değil; bir bilinç akışı, bir çağdaş ağıt. İzleyicisini pasif konumdan çıkararak, onu düşünen, sorgulayan ve kendiyle yüzleşen bir özneye dönüştürüyor. Bir nevi kendi mitinizle yüzleşme yaşıyorsunuz, benimki böyle bir deneyimdi. Ve evet, zihniniz çığlık atarken, bunu herkese duyurma arzusuyla koltuğunuzdan kalkabiliyorsunuz. Ve evet, bu çığlığı etrafa duyurmak için bir şevk, bir güç hissediyorsunuz.
Teşekkürler Şahika Tekand ve Studio Oyuncuları!
Bulaşıkçılar / Myart