-
-
Peer Gynt, Henrik Ibsen’in 1867’de yazdığı 5 perdelik bir oyun. Okuduğum bilgilere göre Ibsen, bu oyunu Norveç masalı olan ‘Per Gynt’ten etkilenerek yazmış.
Oyunu izlemeye karar verdiğimde orijinalini okuyup ön bilgi sahibi olmak istedim.
Öncelikle Peer Gynt’ün masalsı dünyasından bahsedeyim:
Peer Gynt, biraz yalnız, farklı ve çocuksu bir karakter. İnsanlardan farklı bir dünyada yaşayan, farklılığın getirdiği sonuçla da dışlanan bir genç. Girdiği her topluma uymak için çabalayıp kendisini değiştirmeye çalışarak kabul ettirmeye çalışsa da her denemenin sonunda bu uyumu sağlamayacağını görür. Bu yüzden de kendini bulma yolunda birçok masalsı maceraya atılır. Onun için aslolan ‘kendi olmak’tır. Peer Gynt’ün hayatındaki tek destekçisi hayal gücünü de ondan aldığı annesi Aase’dir. Aase, Peer Gynt’ün hayaller aleminde yaşadığını bilir ve onu bu haliyle kabullenir, zaman zaman kızsa da oğluna hiçbir zaman kıyamaz.
Peer, annesinin ölümünü bile kabullenmek yerine bu ölümü annesiyle birlikte masallaştırır.
Peer’in iç dünyasına çıktığımız bu oyunda, insanlığını kaybetmemek uğruna cinler’in kralı olmaktan vazgeçtiğine, yalancı peygamber oluşuna, sfenks’in bilmecesini çözüşüne tanık oluyoruz. Bu serüvenlerde varlığının amacını sorguluyor, kendini buluyor.
Yalan-gerçek karşıtlığının anlatıldığı konu temele yerleştirilip güncel bir dil seçilerek ve yer yer doğaçlamalarla ortaya eğlenceli bir oyun çıkarılmış. 5 perdelik asıl oyun başarılı kısaltmalarla 2 perdeye düşürülmüş. Uzun gibi dursa da oyunun tarzı ve oyuncuların başarısı, seyirciyi oyundan koparmıyor ve sıkmıyor bence. Oyunun uyarlaması ve oyun içerisindeki akılda kalıcı müzikler ise Batuhan Gelener’e ait.
Her bir oyuncunun birden fazla rolü var ve hepsi çok çok keyifli bir şekilde canlandırıyor. Yaptıkları doğaçlamalar ve girdikleri rollerle seyirciyi oyunda tutma konusunda oldukça başarılılar. Hepsini en içtenliğimle tebrik ederim!
Oyunda en etkilendiğim sahne Aase’nin ölüm sahnesi oldu. Orijinaline göre çok daha yaratıcı ve etkileyici bir şekilde uyarlanmış.
Tüm ekibin emeğine, yüreğine sağlık!
“Yaşam oldukça umut da vardır.”
-
Bu oyunu tek kelimeyle anlatacak olsam, kesinlikle ‘Nahif’ kelimesini seçerdim. Oyun çok yumuşak, narin ve hoş bir his bıraktı benim üzerimde. Oyuna dair hislerimi genelde sona saklardım, bu yazımda başında bahsetmiş oldum :)
1950’li yıllarda İzmir’de doğup büyümüş nahif, sakin, iyilik dolu bir ‘beyefendinin’ ilk bisiklet sahibi oluşunu, ilk aşkını, arkadaşlarını, yalnız kalışını ve özlemini, okul anılarını, babasıyla ilişkisini kısacası gençlik yıllarını konu ediniyor oyun.
İzmir’de doğup büyüyenlerin oyundaki nostaljiyi hissedip çok seveceğine emin olduğum bu oyun, bana o yıllarda keşke İzmir’de doğmuş/yaşamış olsaydım diye düşündürdü :)
Oyunun en başında ışıklar sönmeden kemancı, kemanıyla karşılıyor bizi. Ara ara oyuna dahil olan kemancının oyunun konusuyla olan bağlantısını anlamasam da keman dinlemeyi sevdiğim için ilginç ve hoş bir detaydı bana göre. Bilhassa oyuncunun dans ettiği sırada, kemancının da arkada keman çalarken oyuncunun dans hareketlerine karşılık vermesi çok hoşuma gitti.
Çağrı Büyüksayar bu oyun için gerçekten biçilmiş kaftan. Rolünü çok severek oynadığı her halinden belli oluyor, tam bir’ beyefendi’ olarak izliyoruz. Sesini çok iyi kullanabilen bir oyuncu için mikrofon neden vardı, anlayamadım.
Kendisini Oscar oyununda da izlemiş ve sevmiştim. Birbirinden tarz olarak farklı iki rolde izleyip, karakterlerinin bende farklı hisler bırakması bana göre çok başarılı olduğunu gösteriyor.
Oyunun dekoru, sanıyorum ki bir İzmir sokağına aitti. Sahaflar çarşısı, kukla dükkânı, müzik evi, o döneme ait film afişlerinden oluşuyordu. Ve tabi ki mavi bisiklet :) Baba rolü için kukla kullanımının muhakkak bir sebebi vardır ancak ben pek sevemedim, benim için olmasa da olurdu.
Yukarda da bahsettiğim gibi İzmirli olmayan veya İzmir’e gitmemiş birisi için belki oyun çok anlam ifade etmeyebilir. Bu noktada nostalji kavramı benim için kıyafet ve anlatımda sınırlı kalsa da oyun bende sıcacık ve nahif his bırakmayı başardı.
Oyun, şubat ayında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda prömiyerini yaptı. Henüz tazecik olan bu oyunun yolunun açık, seyircisinin ve alkışının çok olmasını diliyorum! Tüm ekibe tebrikler!
-
Bir mezar, mezar başında 2 kardeş... Ortak acı kayıplar: kedileri ve babaları…
Önce çocukluk dönemleri, sonra ise yetişkinlikleri…
Bir mezarlıkta kedisinin mezarı başında ağlayarak çikolatalı sütünü içen, kaybolduğu sanılan küçük kardeşin ağabeyi tarafından bulunmasıyla başlıyor oyun. İki kardeş çocukluğumuzdaki gibi tatlı tatlı atışıyor. Işık geçişleriyle babalarını kaybettiği yetişkinlik dönemlerine atlıyoruz.
Zaman geçişleriyle aralarındaki diyaloglara şahit olurken sık sık gülüyoruz, zaman zaman da duygulanıyoruz.
Sade bir akışta ilerleyen oyun yormadan bize pişmanlık, suçluluk, ertelememek, cesaretsizlik duygularını tattırıyor.
İki kardeşin arasındaki ilişkiyi izlediğimde çocukluk döneminde çoğu duygumuzu rahatça söyleyebiliyor ve dışa vurabiliyorken yetişkinlik dönemimizde buna cesaret edemiyor olduğumuzu düşündüm. Büyüdükçe duygularımızı bastırırken bir yandan da duygularımızı daha sert yaşıyoruz.
Oyunda babasıyla küs ayrılan ağabeyin hissettiği suçluluğu ve pişmanlığı görüyoruz. Neden küstüğünü bile hatırlayamadığı bir olayı çocukken yaşasaydı muhtemelen ertesi gün babasıyla barışmış olurdu, ancak büyüdüğü dönemde 2 ay boyunca küs kalıyor ve veda bile edemeden kaybettiği için ‘benim yüzümden’ suçluluğunu hissediyor, babasının cenazesine gelmeye, ailesiyle
konuşmaya cesaret edemiyor.
Zamanında söyleyemediğimiz ‘Seni Seviyorum’lar geliyor, böyle zamanlarda hatırlatıyor kendini ve ertelemeyin diyor oyun bize :)
Dikkatimi çeken noktalardan birisi de cenaze zamanı aile üyelerinin yas duygusunu yaşayamamasının vurgulanmasıydı. Toplumumuzda; gelen misafirlerle ilgilenme, ikramlar vs. derken kaybın en yakınları, yaşanması gereken bu yastan mahrum kalıyor.
Suçluluk hissettikleri ve birbirlerinin sırtını sıvazlayıp teselli ettikleri sahnelere ise kalbimi bıraktım.
Doğaç Gözüdeli ve Mehmet Taşyürek, kardeşlik ilişkisini çok güzel hissettirdiler. Çocukluk zamanlarına ait diyalogları güldürdü ve ablamla olan çocukluk zamanlarımıza götürdü beni :)
İtiraf edeyim, kardeşlik duygusu barındıran oyunlar benden biraz torpilli. Bir çocuğa verilebilecek en güzel hediyenin kardeş olduğunu düşünürüm hep :)
Konunun ve ana fikrin tertemiz bir şekilde işlenmesi, iki oyuncunun da duru oyunculuklara sahip olmasını sevdim.
İki mezar taşı, henüz taşı olmayan yeni bir mezar, kuru dallar ve yapraklardan oluşan dekor ise oyunun mezarlıkta geçmemesi sebebiyle oyunu daha etkileyici kılıyor.
Daha çok seyirciye ulaşmasını dilediğim bu oyunun ekibine yürekten tebrikler!
Unutmayın ki ‘Hayat beş dakika’, hiçbir duygu ertelemeye gelmez! :)
-
Peer Gynt Düzenleniyor / Pax Tiyatro