-
-
Oyunu 23 Mayıs 2025’te Bahçe Galata’da izledim. Nora 2, Lucas Hnath’in 2017’de yazdığı ve Henrik Ibsen’in dünya tiyatrosuna damgasını vurmuş Bir Bebek Evi (A Doll’s House) oyununa doğrudan devam niteliği taşıyan bir eser. İlk oyunun sonunda Nora, kapıyı sertçe çarparak evi terk eder. Nora 2 ise bu ayrılıştan 15 yıl sonra başlıyor. Nora geri dönüyor. Bu dönüş, sıradan bir eve dönüş değil, geçmişin gölgeleriyle hesaplaşma anlamı taşıyor. Oyun tek perde, yaklaşık 100 dakika sürüyor. Nora’nın eve dönüş nedeni, dönemin koşullarında neredeyse imkansız olan bir şey: boşanma imzası almak. Yıllar önce terk ettiği kocası Torvald’dan bu imzayı alabilmesi için evin kapısını yeniden çalmak zorunda kalıyor. Ancak mesele sadece hukuki bir imza değil. Bu karşılaşma, Nora’nın 15 yıldır arkasında bıraktığı eş, çocuklar ve eski yaşamıyla yeniden yüzleşmesi anlamına geliyor. Oyun, temel olarak şu soruların peşine düşüyor: Bir kadın, toplumun ve ailenin dayattığı rollerden kurtulup gerçekten özgür olabilir mi? Geçmişin yükü, bugünü ve geleceği nasıl şekillendirir? “Kendi hayatını seçmek” ile “başkalarına sorumluluk duymak” arasındaki çizgi nerededir? Nora, artık bambaşka biri. 15 yıl önce “oyuncak bebek” rolünden sıyrılıp giden kadın, sahneye bağımsız, ayakları üzerinde duran ve toplumun yerleşik değerlerini eleştiren bir karakter olarak dönüyor. Fakat dönüşü, geride bıraktığı insanlarda açtığı yaraları da gündeme getiriyor. Torvald’ın öfkesi, Anne Marie’nin yıllar içindeki fedakarlıkları, Nora’nın çocuklarının kırgınlığı… Hepsi bu yüzleşmenin bir parçası. Bu nedenle Nora 2, sadece bireysel özgürlüğün değil, aynı zamanda toplumsal rollerin, aile kurumunun ve cinsiyetler arası eşitsizliklerin sorgulandığı bir metin. Beckettvari bir bekleyiş değil; daha çok bir hesaplaşma, bir geri dönüşün yol açtığı sarsıcı konuşmalar bütünü. İzleyiciye “özgürlük nedir, bunun bedeli nedir, geçmişten kurtulmak mümkün mü?” gibi soruları düşündürüyor. Benim için çok güçlü bir feminist bakış sunmadı, ancak kesinlikle düşündürücü bir oyundu. Çıkışta kadın-erkek rolleri ve hikaye üzerine uzun uzun konuştuk, oyun epey fikirsel pencere açılmasına vesile oldu. Oyuna bayılmasam da tiyatro benim için tam da bu: düşündürmek ve yeni pencereler açmak. Alkışı bol olsun!
-
Oyunu 21 Nisan 2025 akşamı, Zorlu PSM’de izledim. Açık konuşmam gerekirse oyun çok kötüydü. İzlerken bir türlü içine giremedim, sahnede olup bitenler bana dağınık ve yetersiz geldi. Yine de oyunun temasına dair vurgulanan noktaları belirtmek isterim. Şapka değiştirme fiili, Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda da sıkça geçen bir motif. Şapka burada yalnızca bir nesne değil; kimlik, düşünce, sorumluluk gibi kavramlarla sembolik olarak ilişkilendiriliyor. Lucky’nin şapkası onun “düşünmesini” mümkün kılarken, Estragon ve Vladimir’in şapkaları değiş tokuş etmesi varoluşsal sorgulara açılan bir kapı gibi yorumlanabilir. Ayrıca absürtlük, bekleyiş ve kimlik kararsızlığı gibi temalar oyunun adında bile hissediliyor. Şapka, insan ilişkileri, aidiyet duygusu ve belirsizlik üzerine düşünen bir simge haline geliyor. Fakat tüm bu düşünsel arka plana rağmen, sahnelemenin kendisi benim için hiç tatmin edici değildi. Beklenen varoluşsal derinlik gelmedi. Absürtlük mizah yaratamadı, tempo sürüklemedi. Bazı yerlerini seviyesiz buldum. Hissettiğim tek şey “bitse de gitsek” oldu. Sonuç olarak, konsept ve semboller kağıt üzerinde güçlü görünebilir ama sahnede başarısız bir deneyime dönüştü...
-
Oyunu 12 Nisan 2025 akşamı, CKM’de izledim. Çok beğendim. Öyle ki ağlamaktan ıslanan gözlüğümü çıkarıp birkaç kez silmem gerekti... Hikayenin merkezinde Nadina var. İsminin anlamı “umut” olan, meraklı ve hayalperest bir Boşnak kız çocuğu. Oyun, onun çocuk gözünden savaşın içine çekilmesini, kayıplarını ve hayatta kalma mücadelesini izletiyor. Zaman çizgisi 1992 baharından başlayıp savaş yıllarına uzanıyor. Metin Nadina’nın hem yaşadıklarını hem de elinden alınan çocukluğunu, yani yaşayamadıklarını sahneye taşıyor. Tek başına nefes alabilmek için verdiği mücadele, anlatının ana omurgası. Nadina’nın öğretmen annesi ve fırıncı babasıyla kurulu sıradan dünyası savaşla paramparça oluyor. Anlatı, sivillerin sığınağa kapanan, karanlığa ve korkuya mahkum edilen gündelik hayatını sahneye getiriyor. Özellikle tanıtımlarda da geçen betimlemeler “ışığa hasret, küf ve sidik kokan, ceset kokusunun sinmiş olduğu karanlık bir oda” oyunun tonunu çarpıcı şekilde yansıtıyor. Nadina, o karanlıkta ışık huzmeleri düşlemeye çalışıyor. Yapı tek kişilik ve tek perdelik. Sahnede yalnızca Nadina’nın sesi ve bedeni var. Çocukluk, kayıp, korku, umut ve direniş temaları onun anlatımıyla katmanlanıyor. Burada Kübra Karatepe’nin hem yazarlığı hem oyunculuğu olağanüstü bir etki yaratıyor. Hiçbir şey abartılmamış, hiçbir duygu sömürülmemiş; sadelik insanı en derinden yakalayan şey olmuş. Başlıktaki “Kuşları Bile Vurdular” ifadesi, oyunun ruhunu simgeliyor: kuşlar bile vurulduğunda, yani masumiyet, özgürlük ve çocukluk bile hedef olduğunda, insan içindeki iyiliği ve umudu nasıl koruyabilir? Oyun bu soruyu doğrudan politik nutuklarla değil, kişisel bir tanıklığın şiirsel diliyle soruyor. Sonuç olarak, “Kuşları Bile Vurdular” benim için unutulmaz bir deneyim oldu. Ağır, sarsıcı ama çok kıymetli. Hakkında kitaplar okuduğum Bosna Savaşına yeniden acıyla tanıklık ettim. Alkışı bol olsun!
-
Oyunu 10 Nisan 2025 akşamı, Fişekhane’de izledim. Açıkçası oyuna bayılmadım. Orta yaşlarında iki kardeşin (Bahar ve Kerem) aynı evdeki yaşamına odaklanan hikaye, geçmişte yaşanmış ve örtbas edilmiş bir olayın izleri etrafında ilerliyor. Bu izler zamanla anılarda ve çevrede rahatsız edici biçimde belirmeye başlıyor. Kardeşlerin ilişkisini belirleyen alışkanlıklar, bağımlılıklar, sessiz gerilimler ve yüzleşilememiş sırlar, oyunun en güçlü gerilimini oluşturuyor. Zaman geçtikçe tekinsiz bir atmosfer kuruluyor. Ayrıca oyun boyunca geçmişin silikleşmiş gerçekleri, çocukluk anıları ve bastırılmış travmalarla yüzleşme teması öne çıkıyor. Bu yönleriyle hikaye derin bir zemine sahip olsa da sahnede izlerken benim için etkisi sınırlı kaldı. Atmosfer iyi kurulmuş olsa da, metnin sürükleyiciliği yer yer aksıyor. Oyunun beni içine çekmesini beklerken zaman zaman mesafeli kaldım. Tek mekanda bir oyuna göre iyiydi ama çok sürükleyici değildi. Sonuç olarak Salıncak bir hikaye anlatıyor, oyunculuklar da samimi; ama benim için çok çarpıcı bir deneyim olmadı.
Baba / Oyun Atölyesi