-
-
Başarılı bir uyarlama, harika bir performans. Her oyuncunun hayatı boyunca belki de bir kere karşılaşacağı bir rolü olur ya, o rol sanki sadece o kişi için yaratılmıştır ve başka hiç kimsede aynı karşılığı bulamaz. Dirmit rolu de Nezaket Erden için böyle hissettiriyor bizlere. Tek kişilik bir performansın altından böyle başarı ile kalkabilmek hiç kolay değil. Ritm yerinde, duygusal yoğunluk dengede, biçimsel yönelimler (taklitler, bedensel formlar vs) içerik ile son derece uyumlu, role ait olmadığını hissettiğimiz hiçbir abartı yok. Nezaket Erden bu anlamda övgüleri sonuna kadar hakediyor. Oyun rejisi oldukça basit ve yalın. Neredeyse rejinin ‘yokluğu’ tercih edilmiş gibi. Yine de bazı yerlerde oyuna bir parça müzik de eşlik etsemiydi diye düşünmeden de edemiyor insan.
Sadece iki tereddütten bahsetmek istiyorum. Birincisi ; oyunun daha başlarında, oyun henüz biz seyircilere Nezaket Erden’e hissettirdiği kadar güçlü duygular hissettirmediğinden sanırım, gülmek arzusu taşıdığımız birkaç yerde oyuncunun gözyaşlarını çok kolay anlamlandıramıyoruz. Ama ilerleyen bölümlerde bu tereddütümüz yerini, daha dengeli ve yoğun bir paylaşıma bırakıyor. Erken gelen o gözyaşları için tam olarak daha hazır değil miyiz acaba? İkincisi; oyun yapısı gereği, küçük sahneler için ideal... Yani sahneden ve Dirmit’in o güzel ruhunu yansıtan gözlerinden uzaklaştıkça oyunun üzerimizde bıraktığı etki katlanarak azalacak gibi görünüyor. Her sanatçı büyük kalabalıklara oynamak ister elbette ama Dirmit’e sımsıkı sarılıp onu hiç bırakmadan birlikte gülmek, birlikte ağlamak istiyorsanız eğer ona yakın mesafede ön koltuklarda oturmanızda fayda var.
"Durur muyum? Durmadım..."
Sen hiç durma güzel kızım, hiç durma güzel insan. Cesaretin hepimizi aydınlatsın.
-
Uzun zamandır bu kadar keyifli bir oyun izlemediğimi itiraf etmeliyim. Çevremiz, yüksek sanat (!) aşkının alengirli yorumları ile tanınmaz hale getirilmişi klasik oyunlar ile doluyken, Şatonun Altında Oyunu, tiyatronun özünde yatan ‘basitliğin’ doğru kullanıldığında ne kadar güçlü bir izlek yaratabildiğini bizlere çarpıcı bir biçimde gösteriyor.
Uzun zamandır bu kadar iyi çalışılmış, ince detaylarına kadar hakkı verilmeye çalışılmış oyunculuklar izlememiştim. Po ve Mei adındaki bu iki sevimli ucube, sahnede ismim ya da varlığım bile yeter diye düşünerek, rolüne asgari zaman ve emeği harcamaktan imtina eden oyunculara çarpıcı bir ders adeta.
Ancak;
Oyunun hikayesi harika bir fikir ile yola koyuluyor; ‘Macbeth’i bir de sarayın iki çamaşırcısından dinleyin’. Bildiğimiz bir hikayeyi bize ilginç bir biçimde anlatan iki çamaşırcıdan daha da ötesini umuyoruz. Ama olmuyor. Hikaye sanki kendini yalnızca bir sahneleme biçimi şeklinde var etmeye çalışıyor. Biçimin altında kaybolup gidiyor ya da bir köşeden ürkekçe Po ve Mei’nin mizansenlerini seyrediyor. Duncan’nın kanlı çarşaflarının iki çamaşırcının önüne gelmesi ile hayatlarının nasıl etkilendiğini görüyoruz. ‘Sabahlara kadar yıkadık ama kan lekeleri çıkmadı’. Bu heyecanı, sadece bir-iki dakikalık mizansenler ve replikler ile değil, hikayenin tüm dokusunda hissetmek istiyoruz. Ama olmuyor. Üstelik bazı komik mizansenlerin abartılması ile ne izlediğimizi bile unuttuğumuz oluyor. Yer yer harika bir sirk gösterisi izliyormuş hissine kapılıyoruz.
Şiirsel dil ile alay edilen yerlerle bu alaycılığın dışında kalan Po ve Mei ‘nin kendi şiirsel replikleri de mevcut. Bu ikisi yer yer birbirine karışıyor. Bu kısımlarda seyirciler olarak ne hissetmemiz gerektiği konusunda bocalıyoruz. Alay mı ediyorlar? Yoksa ciddiler mi? Ciddi iseler neden tedirginler?
Reji tercihi olduğu ve neden olduğu gayet anlaşılıyor ama oyun bitiminde, Pınar Akkuzu ve Gülden Arsal’ı alkışlayamamış olmanın burukluğu kalıyor üzerimizde, onların yerine Po ve Mei’yi alkışlamak ile yetiniyoruz.
-
Nerden başlamalı ki? Belki de en baştan. Trajik olan nedir? Trajedi nedir? İşler bu kadar sarpa sardıysa eğer, belki en başa dönmeye ihtiyacımız var. Trajik kahraman ne kadar büyük olursa, ne kadar yüksekte olursa, kendi hataları yüzünden aşağıya düşüşü de o kadar büyük ve acı verici olur. Trajik olur. Ancak Muharrem Özcan’nın rejisindeki bu oyunda Lear bir Kral değil, oyun da bir tragedya değil.
Maalesef oyunun daha hemen başında Lear’ın krallık vasfı ve otoritesi, kral karşısında nasıl davranması (oynaması) gerektiğini bilemeyenler tarafından altüst ediliyor. Mahalle muhtarının bile karşısında sesini yükseltemeyecek oyun kişileri koskoca Kral’ı çocuk gibi azarlıyor. Neredeyse üzerine yürüyüp tokadı basacaklar zavallı ihtiyara. Ortada bir Kral kalmayınca, hikayenin devamında (2. Perde) Lear’ın içine düştüğü acıklı durumun trajik olması da imkansız hale geliyor.
Birinci perdenin daha başında Kral’a tokadı basmak yetmezmiş gibi sürekli olarak seyirciyi güldürmeye çalışmak için ortaya konan reji ve mizansenlere ise ne demeli ? Evet güldürmeye çabalamak! Şaka değil. Klasik bir tragedyadan seyirci sıkılabilir diye mi düşündünüz? Bir sürü güzel komedya oyun var. Niye Kral Lear o zaman? Birinci perde boyunca hem seyircinin gülüp eğlenmesini isteyeceğiz, hem de ikinci perde de Lear’a acımasını isteyeceğiz öyle mi? Nitekim Haluk Bilginer’in ikinci perdedeki Lear yorumu kendini bulmaya, doğru bir zemine oturmaya başlasa da oyunu kurtarmaya yetmiyor. Lear, zihinlerimizde, bir Kral olarak değil de, tatlı bunak bir ihtiyar olarak kalıyor sadece. Bu tuhaf reji içerisinde, genç kadrodaki oyuncuların kimisinin tedirginliği sahnede hissedilirken, kimisi ise onlara bahşedilmiş komedinin (!) suyunu çıkarmaktan geri durmuyor.
Klasik oyunlar altına kendi kişisel imzasını atmanın şevki ile yanıp tutuşan sevgili yönetmenler, sizleri insaflı olmaya davet ediyorum. Ayıptır.
-
Tek kişilik oyun “ben size zanaatımı göstereceğim” demek, o zaman yorumu da ona göre yapmak lazım.
Sonda söylenecek şeyi en başta söylemek lazım: Deniz Karaoğlu başarılı. Belli ki gözlem yapabilen, taklit yeteneği olan ve bu yüzden de tip bankası dolu bir oyuncu. Ancak tiyatro dediğimizde bu tip bankasını güzel laz taklidi yapmaktan öteye geçirmek gerekiyor. Deniz Karaoğlu bunu beceriyor mu? Zaman zaman…
Kafasında kapüşonla yüksek eforlu bir dansa başlıyor. Dans bitince de bizi karşısına alıp monoloğuna giriyor. Ancak sürekli ciğerinin dibinden, neredeyse bağırarak bir performans bu. Oyunun normali buysa yükseklik ihtiyacı olduğunda nereye çıkacak?
Çıkamıyor. Kreşendo şansı yok. Zaten en tepede. Karakter geçişleri de çok net olmadığı için ana karakterimizin bağırtısı, diğer karakterin cevap repliğine yansıyor. Çok daha net ve temiz bir replik-karşı replik sınırı olmalı.
Bu yüzden oyunculuğun en temiz bölümü enerjinin gerçekten dengeli ayarlandığı askerde kısa dönemlilerle sohbet bölümü… Bu bölümün dengesi tüm oyuna yayılmalı.
Ayrıca oyunun başından itibaren süren bu niyet daha 3. dakikada oyuncunun ter içinde kalmasına neden oluyor. Bunun bir nedeni daha baştan konulan yükseklik, ikincisi de sanırım fiziksel kondüsyonun zayıf olması… Eğer bir ustalık gösterilecekse, bu kısım es geçilmemeli.
Duygu olarak anne performansı gayet iyi. Baş karakterimizin ise, oyunun başındaki postürünü kaybettiğini görebiliyoruz.
Son bir detay: Başlangıçtaki stringlerin üzerine söylenen türküde ciddi bir entonasyon problemi var…
Oyun: Aslında ortada bir oyun yok, bir belgesel var. Bize ne söylüyor? Belli değil… “Böyle insanlar da var hayatta” mı? Farklı olan bir gencin, sistem tarafından “düzeltilmesi” mi? Ancak bu cümleyi net bir şekilde söyleyebilmek için karakterin askerden dönüşünden sonraki sürecinin üzerinde durulması, sistemin onu sıradan bir dişliye dönüştürdüğünün daha net görülmesi gerekli.
Reji ise minimumda... Eğer oyunun bize söyleyeceği net bir cümlesi olsaydı rejiden de net müdahaleler görebilirdik. Oyunun belgesele benzer yapısı, rejiye pasif olma refleksi vermiş.
Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit / Tiyatro Hemhâl