Melek Ceylan’ın On İkinci Ev adlı oyunu, ilk önceleri sokakta izlenmesi için tasarlanmış bir performans, bir apartmanın vitrininden izlemenin ilginç bir deneyim olacağı muhakkak. Ben oyunu Moda Sahnesi’nde izledim. Cam bir bölmenin arkasından seyircisine seslenmeye çalışan karakterimiz, doğumundan başlayarak hayatındaki önemli eşikleri sahneye taşıyor. ‘Küçük insan’ olarak betimlenen herkesin neredeyse bir örnek olarak yaşadığı hayat macerası aşağı yukarı budur: Aileden devralınan kimlik karmaşası, ilk öpücük, yeni okul ve yeni şehir hayatı, aklında yer tutan ölüm düşüncesi, babasının otoritesi, ekonomik zorluklar… Melek Ceylan ve Ekibi, tüm bu ‘küçük’ hadiseleri, mırıltıları ve hatta sessizlikleri büyütüyor, büyük nutuklar atmaya fazla hevesli tiyatro dünyamızın aksine. Oyuncunun sempatik enerjisi seyirci tarafından hemen hissediliyor. Bağırarak sesini duyurmanın zor geldiği anlarda, yazarak derdini anlatmaya çalışıyor, resim yaparak ve kimi zaman sessiz sinema oyununa dönüştürerek. Oyun, aynı zamanda ‘dev’ olmayan anlatıların bir metaforuna dönüşmüş durumdadır. Sıradan hayatlardaki krizler, sürekli normalleştirilerek hikaye olma hüviyetini kaybetmiş olarak algılanır. Oidipus’un kaderinden kaçmaya çalışırken kaderini gerçekleştirmesinin ilginçliği, bir genç kadının babasından gizlice sigara içmesinde pek yokmuş gibi gözükür. Oyun bu anlamda, bir pencereyi dikizliyormuş sanısı yaratarak, bizi suç ortaklığına çeker, işte bunlar toplum olarak ‘normal’ kabul ettiğimiz hayatlardır, kendi sesini duyurmak için ancak ‘ilginç’ bir metot/biçim bulmalıdır. Oyunun bu vurguyu güçlendirmek için yaptığı manevraları anlıyorum, yani anlatma çabası içindeki bir anlatıcı rolünü. Yine de bu yorumlayıcı yönetmenliğin birazcık gevşediği son on dakika çok daha güzeldi, belki de dramatik nüanslar için seyirciye biraz daha güvenilebilir.
On İkinci Ev / Melek Ceylan ve Ekibi