-
Hikayesinde Senden Bahsetti, genç bir kadının 'intihar planı' yaparken aslında ne kadar çok 'yaşamak' istediğine şahit olduğumuz bir oyun. İş dünyasında zorluklar, parasızlığın ağır yükü, anne ve babanın abanan talepkar dayatmaları, sosyal olarak kuşatılmış bir kadını, bir odaya kendini kapatmış olarak göstererek metaforlaştırıyor, üstelik yanına bir kibrit çöpü vererek. O dışarıdan duyduğu her çağrıyı, mesela sokaktan geçen bir arabanın müzik sesini, kaderinin hangi yöne gitmesi gerektiğine dair bir tayin edici sayar. Hayatı bir kumar oyununa dönüşmüştür. Maalesef ki bu tartışma, herhangi bir sahici hesaplaşmaya dönüşmüyor. Oyunun tartışmaları şekilseldir. Bir şeylerden, belki de kendinden, nefret etme hali, tedavi edilemeyeceğini düşündüğümüz pişmanlıklarımız, sürekli bastırdığımız nefret, son derece yoğun girdaplardır. Bunlar 'söylendiği' anda sadece basit sayıklamalara, sadece bir tanıdığımızla konuştuğumuz yakınmalara dönüşür. Oyun görüntünün altındakileri araştırmak için cılız bir istek duyuyor.
-
Tiyatrokare'nin yeni oyunu Annem Hep Derdi Ki, Türk tiyatrosunda, sinemasında, edebiyatında çokça alışık olduğumuz kültürlerarası ve kuşaklar arası çatışmayı, bir nevi Fatih-Harbiye'yi, yine çokça alışık olduğumuz klişe olaylar ve tiplemeler üzerinden ele alıyor. banal esprilerin izin verdiği çok dar bir alanda, yaratıcı birkaç çıkış kendini belli ediyor. sokağın sesinin ve politik tahakkümün günlük hayata sirayeti, yanlış tamir edilmiş bir radyonun müdahaleleri ile ilginç bir şekilde veriliyor mesela. tüm karakterler bir cümle ile yapılandırılmış gibi duruyor ve aynı cümlelerin altını çiziyorlar, örneğin temizlik saplantısına sahip Anne, iki saat boyunca temizlikten başka çok az şey 'düşünür'. halbuki evlilik hazırlığındaki çiftin, ailelerine karşı verdikleri kendilerini tanımlama mücadelesi, orada öylece duruyor. oyun hiçbir şekilde fikirleri açmıyor, gerçek bir çatışmadan bile uzak duruyor. seyirciye, sonu tatlı biten aileyle seyredilecek bir oyun yapma hevesi ise amaç, bu aile çoktan tarihe karıştı.
-
Tiyatroadam’ı Arturo Ui’den beri takip ediyorum. Bu oyunda da seyircinin takdir edeceği üstün bir efor var. Oyuncular ellerinden gelenin en iyisini yapıyor, sanırım daha fazlası, yani tempolu komedi oyunu açısından, yapılamazdı. Bu üstün çabayı takdir etmemek mümkün değil. Pelin Abay’ın Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nden ödül almasının ne kadar doğru bir tercih olduğu da apaçık ortada. Ama uyarlama yapmanın neden hala Tanzimat yazarlarımız gibi algılandığını anlamıyorum. Mesela İskoçya’yı Konya yapmak gibi şeyler eski, demode değil mi? Tabi ki olaylar ülkemizde geçebilir, ben bu oyunu çeşitli gruplardan benzer fikirlerle izledim, lakin yaratıcılık biraz alışkanlıkları, beklentileri zorlamayı gerektirmez mi? Bu nostaljik miras oyunun ideolojisine de sirayet etmiş. Erken Cumhuriyet dönemine özlemle bakıyor ve alkış garantili birkaç çıkışla ‘hâlihazırda kovada olan zaten tutulmuş balıkları’ pazarlıyor. Kendisini kanlı bir serüvenin içinde bulan bir adamın bu dolambaçlı komedisi, espri ve komiklik yaratmada da hep güvenli sularda yüzüyor, oyun adeta bir ‘Türkiye mozaği’ sunmak istercesine, ülkemiz adına ne kadar klişe varsa onu boca ediyor. Haklı ya da haksız tartışması yapmıyorum, sadece sanatsal bir çabanın olmamasının dikkat çekici boyutta olduğunu anlatmak istiyorum. Garantili iş yapmak kaygısı standartları düşürüyor. Kimi yerlerde gerçekten kahkaha attıran bir oyun olmasına rağmen, bu bir parça lezzet için harcanan çaba biraz fazlaymış gibi.
-
Melek Ceylan’ın On İkinci Ev adlı oyunu, ilk önceleri sokakta izlenmesi için tasarlanmış bir performans, bir apartmanın vitrininden izlemenin ilginç bir deneyim olacağı muhakkak. Ben oyunu Moda Sahnesi’nde izledim. Cam bir bölmenin arkasından seyircisine seslenmeye çalışan karakterimiz, doğumundan başlayarak hayatındaki önemli eşikleri sahneye taşıyor. ‘Küçük insan’ olarak betimlenen herkesin neredeyse bir örnek olarak yaşadığı hayat macerası aşağı yukarı budur: Aileden devralınan kimlik karmaşası, ilk öpücük, yeni okul ve yeni şehir hayatı, aklında yer tutan ölüm düşüncesi, babasının otoritesi, ekonomik zorluklar… Melek Ceylan ve Ekibi, tüm bu ‘küçük’ hadiseleri, mırıltıları ve hatta sessizlikleri büyütüyor, büyük nutuklar atmaya fazla hevesli tiyatro dünyamızın aksine. Oyuncunun sempatik enerjisi seyirci tarafından hemen hissediliyor. Bağırarak sesini duyurmanın zor geldiği anlarda, yazarak derdini anlatmaya çalışıyor, resim yaparak ve kimi zaman sessiz sinema oyununa dönüştürerek. Oyun, aynı zamanda ‘dev’ olmayan anlatıların bir metaforuna dönüşmüş durumdadır. Sıradan hayatlardaki krizler, sürekli normalleştirilerek hikaye olma hüviyetini kaybetmiş olarak algılanır. Oidipus’un kaderinden kaçmaya çalışırken kaderini gerçekleştirmesinin ilginçliği, bir genç kadının babasından gizlice sigara içmesinde pek yokmuş gibi gözükür. Oyun bu anlamda, bir pencereyi dikizliyormuş sanısı yaratarak, bizi suç ortaklığına çeker, işte bunlar toplum olarak ‘normal’ kabul ettiğimiz hayatlardır, kendi sesini duyurmak için ancak ‘ilginç’ bir metot/biçim bulmalıdır. Oyunun bu vurguyu güçlendirmek için yaptığı manevraları anlıyorum, yani anlatma çabası içindeki bir anlatıcı rolünü. Yine de bu yorumlayıcı yönetmenliğin birazcık gevşediği son on dakika çok daha güzeldi, belki de dramatik nüanslar için seyirciye biraz daha güvenilebilir.
Hikayesinde Senden Bahsetti / Of Of İstanbul