Oyunu farklilastiran ilk detay, tum oyuncularin birer kopek olmasi… ama sadece bu degil, onlar ayni zamanda dedektif kopekler! Bu fikir tek basina bile yeterince vurucu, fakat asil sihir animal body kisminda Konstantinos Moraitis’in liderliginde ortaya cikiyor. Oyuncular bir an bile kopek bedeninde olduklarini unutturmuyor ama ayni zamanda o kadar dogallar ki sanki zaten hep kopekti onlar. Bence bu dogallik seyirciyi oyunun icine ceken en buyuk guclerden biri oldu.Hikaye ilk bakista Yunanistan'da turistik bir koyde bir kopegin olumunu aydinlatmaya calisan dedektif kopeklerin pesinde gidiyor gibi. Ama aslinda kendimizi cok daha buyuk bir adalet arayisinin ortasinda buluyoruz. Oyunun mizahi yonu yuksek, bolca duygu gecisli. Bir an dogfluencer sahnesinde gozunden yas gelene kadar guluyorsun, bir an sonra papazin kopegiyle karsilastiginda sorgusuz sadakatin nasil bir guce donusebildigini hatirlatan tanidik bir yuzlesme yasiyorsun. Sahnedeki kopeklerle birlikte hem mecaz hem gercek anlamda karanlik ormanlara dalarken, “gercek vahsi kim?” sorusu omuzlarina biniyor. Suclu gercekten kim? Oteki mi, yoksa otekilestiren mi?Oyle cok soru ve katmani var ki, hangisini yazsam digeri eksik kalacak gibi geliyor. Etkileyici anlardan biri, oyunculardan birinin ayni zamanda muzikle sahneyi beslemesiydi. Bir anda gitarla gerilimi yukselten, sahnenin ruhunu derinlestiren performans… Ona eslik eden bir muzisyen olmasi da, o an orada uretilen sesleri hikayenin damarlarina ustaca karistirdi. Metaforlariyla, oyunculuguyla, sesiyle, isigiyle, medya maymunlariyla, gerilimiyle, mizahiyla, turkce-yunanaca-ingilizce tatligiyla, ve yazamadigim bircok yonuyle zihne kazinan bir oyun. Gercekten muthis bir deneyimdi.
Hira Tekindor’un olağanüstü incelikle dilimize kazandırdığı Ben Çoktan Gidersiniz Sanmıştım, Türkçede yalnızca bir çeviri değil, adeta yeni bir metin olmuş. Tekindor’un çevirisi, metnin katmanlı yapısını bozmadan Türkçenin ritmine, ruhuna ve ironiye yatkın dokusuna ustaca oturtulmuş. Bu başarıyı ilk cümleden son nefese kadar hissetmek mümkün. Gelelim Hakan Kurtaş’a… Ne desem eksik kalacak gibi geliyor ama yine de deneyeyim: Bu bir oyunculuktan fazlası, sanki bir deneyimdi. Duygular arasında öyle yumuşak, öyle sürükleyici geçişler yaptı ki bazen gözümden kaçan bir mimiği kalbimde hissettim. Sorduğu sorularla içime doğru bir kapı araladı, sonra o kapıdan girip beni orada yalnız bırakmadan, tekrar usulca kolumdan tutup çıkardı. Bunu hem o kadar sahici hem de o kadar incelikle yaptı ki, her anına hayran kaldım. Hakan Kurtaş bu monologda sadece bir karakteri değil, içimizin karanlık odalarında yankılanan tüm sesleri sahneye taşımış. Ancak işte tam burada, büyüyü bozan bir “gürültü” var: Dijital yapım, TV izleyicileri. Hakan Kurtaş’ın popüler dizisinden gelen geniş hayran kitlesi, ne yazık ki tiyatro salonuna da taşınmış – ama tiyatronun ruhunu, oyun kavramını, monologun doğasını tanımadan, bilmeden. Oyuncunun sahnede bir metni canlandırdığını bile idrak edememiş onlarca kişi… Tiyatronun kutsal sessizliğini sosyal medya story’leriyle, fısıltılarla, sahneye “göz süzen” tavırlarla delen bir kalabalık. Bu izleyici tipiyle karşılaşmak, insanı tuhaf bir ikileme sürüklüyor. Bir yandan “ekran başından gelen seyirci tiyatroyla tanışıyor” diye umutlanmak istiyorsunuz, ama öte yandan o karşılaşmanın içeriği boş, hatta kimi zaman oyuna saygısızlık boyutunda. Kurtaş’ın fiziksel cazibesine –ki buna “yakışıklılık” demek sahiden de sığ kalıyor; bu daha çok karizmayla sanatın kesiştiği bir çekim gücü– takılıp kalanlar, tiyatronun büyüsünü değil yalnızca bir yüzü izlemeye gelmiş gibiydiler. Kapanışta, elimde büyülü bir metin, olağanüstü bir performans ve ne yazık ki hak ettiği atmosferi bulamamış bir tiyatro deneyimi kaldı. “Ben Çoktan Gidersiniz Sanmıştım”, hâlâ zihnimde yankılanıyor; keşke herkes o yankıyı duyabilseydi.
The Dogs /