Geniş kesim gri bir pantolon ve haki renk dökümlü bir gömlek giymiş, kıyafetinin maskülenliğiyle karşıt hoş bir kadın sahnede öylesine dolanıyor. Bıçkın bir delikanlı havası var. Biz izleyiciler yerlerimizi bulma telaşındayken ön sıralara ufak ufak laf da atıyor. Sahne dekoru, gri bir halı, bir bej kanepe ve iki abajurdan ibaret. Fonda, gri duvara eğreti bir ev hissinde bir tür yamuk beşgen içine bir yeşil çember yansıtılmış. Tüm salon azıcık hastalıklıyız, malum grip salgını. Öksürük, tıksırık, pet şişe sesleri, montların hışırtısı, -hiç anlayamadığım o genel tablo- elindeki telefonla sahneyi fotoğraflamaya çalışanların kıpırtıları... Yavaş yavaş salonun ışığı kapanıyor. Sahnedeki bu cesur kadın -evet, oyun daha başlamadan tüm vücut dilinin anlattığı baskın karakteristik bu- "Tamam mısınız, hazırsanız başlıyorum" diyor. Üzerimizde hakimiyetini handiyse doğalında kurdu bile. Anlatıcıdayız, kilitlendik. Başlıyor.
Evet, bir anlatıcıyla dalıyoruz hikayeye, dalıyoruz dedimse hakikaten içindeyiz hikayenin. Küfür kıyamet bir boş vermişlikle kendini teşhir ediyor kadın. Bazı bazı küfrün dozu içimi gıcıklatıyor. Karakter cesur çizilecek diye bunca küfre ihtiyaç mı var diye huysuzlanıyorum. Ama kilitliyim hala, kopmak namümkün.
Hayatını virajları keskin fren sesleriyle alarak aktarırken, sonra işte âşık olduğu evreye geçiyor kadın. Sesi yumuşuyor, "sizin de başınıza gelmiştir" diyor, gözümüzün içine bakarak şaşırıyor "gelmediyse, kesin gelmeli" diyor.
Kadın tüm muzipliğiyle âşık olduğu adamı anlatıyor, ona duyduğu hayranlığı, onu adım adım keşfedişini… Kahkahalarla dinliyoruz. “Ay ilahi, sen de!” diye omzuna vuracağız neredeyse anlatıcının. Arada sahne ışığı kırmızıya dönüyor, anlatıcı canlandırmalara girişiyor. İki çocuk var sahnede, onlarla ilgilenirken ufaktan çıldıran bir de anne. Yine gülümseyerek annenin çocuklarıyla anılarına kulak veriyoruz. Çamurdan gökdelenin evin salonunda inşa edilemeyeceğini küçük kıza sabırla/sabırsız anlatıyoruz, koltuğun altında sakinleştirici tavşancığı arıyoruz.
Sahne atlıyor, kadın kariyerine başlayışı, yükselişinden dem vuruyor. Evin hem içinde hem dışındayız. Cesaretine hayran kalıyoruz. (Yine cesaret.) Başarıları katlanarak artsın istiyoruz. “Helal sana!” diyoruz. Ama evin duvarlarında, gözümüzün önünde bazı çatlaklar da belirmeye başlıyor. Çatlaklar büyüyor. Normal karşılıyoruz, olabilir.
Sonra bir uyarı geliyor, hikayenin bundan sonrası fena! Yine gözümüzün içine bakıyor kadın:
"Bu hikayeyi siz yaşamadınız, uyarıyorum."
Böylesine kendinizi kaptırmışken kadına ve hikayesine, çok doğru bir uyarı oluyor sizi koltuğunuzda dikelten. Gri duvarda yeşil çemberlere çemberler, keskin uçlu kırmızı üçgenler ekleniyor. Pamuk iplikler koptu, koparken kırmızıya kesti. Ev çöktü, kadın molozlar arasında. Anlatmayı sürdürüyor:
“İnsanların cesaretlerine hayran kalıyorum. Hayata karşı bu cömertlikleri… Biliyorum çünkü böyle bir acı yaşayıp, hala nefes almaya devam ediyor olmak, dünyadaki en büyük kahramanlıklardan biri…”
Bu repliği ben mi söylüyorum, kadın mı söylüyor, iç içe girdi seslerimiz.
"Biz toplumu şiddeti önlemek için değil, erkek şiddetini önlemek için kurduk."
Anılarını yeniden, kendini sağaltmak için yeniden kurgulamak zorunda kalmış tüm hayatta kalan kadınlara adanası bir oyun izliyoruz.
Oyunun tanıtım metni, “Siz olsaydınız ne yapardınız?” diye soruyla bitiyor. Bir katliamın üstesinden gelebilmek, hayata tekrar sarılabilmek nasıl mümkün olur diye soruyorum kendime. Cevap veremiyorum.
Metin Dennis Kelly’nin kaleminden çıkmış, bir erkek yazarın böyle bir kadın karakteri yazmış olmasını ayrıca kıymetli buluyorum.
Oyuna emek verenlere, özellikle oyuncu Zeynep Dinsel'e canı gönülden teşekkür ediyorum.
Kızlar ve Oğlanlar / Oyun Atölyesi