Gerçek bir Muhammed Ali gibi vurabilmek için önce kendi gölgesiyle dövüşmeliydi. En derin suskunluklardan, en ağır yüklerden geçerek…Bunun için ona bir havlu, bir iskemle ve kaybetmekten korkmayan bir yürek yeterliydi.
Genç bir adamın içsel mücadelesinin ötesinde, içinde filizlenen dönüşümün dışa vurumuydu: Muhammed Ali. Dedesi ona efsanevi bir ismin adını vermişti; belki kaderini mühürlemek, belki de unutulmaz kılmak istemişti. Ancak bu isim, kimliğinden daha fazlasıydı; omuzlarına yüklenen bir yazgıydı. Muhammed Ali, adının gölgesinde sıkışmış, varlığını anlamlandırmaya çalışırken derin bir mücadeleye girişmişti. Belki de insan, bulmak için önce kaybolmalıydı; o da isminin içinde bir iz arıyordu. Bazen ürkek ve kapana sıkışmış, bazen de başkaldırmaya hazır bir savaşçıydı.
Turgay Korkmaz’ın yazıp yönettiği “Ne güzel değil mi sessizlik? İnsan hiçbir şey yapmayınca, her şey duruyor, her şey susuyor.” sözleriyle açılan oyun, karakterin içindeki patlamaya hazırlanan gerilimin habercisiydi. Oyun boyunca Erdem Kaynarca, içsel bir volkanın uyanışını andırarak gerilimin dokusunu ilmek ilmek ördü; bekleyiş, dövüş ve yeniden doğuş arasında ince bir denge kurdu. Kabuk değiştirme arzusuyla, tıpkı bir yumruğun sıkılıp bastırılmış feryadın büyüyerek yok olana dek sessizleşmesi gibiydi; “Her şeyin durması, her şeyin susması.”
Hayatını, böcekler içerisinde sıkışmış halde keşfetmeye çalışan Muhammed Ali, yalnızca içsel korkularla değil, toplumun ve ailesinin ona biçtiği rollerle de yüzleşiyordu. O bir boksör değildi, dövüşmek için doğmamıştı; ancak hayatın ringinde dövüşmek zorundaydı. Halbuki bu ringin sınırları yoktu, daraldıkça daralan bir alanı vardı; galibiyet sağ çıkabilmekti. Kimlik bunalımının eşiğinde benliğini inşa ederken taşıdığı gardıyla her adımda yeni bir kayba, acıya ve vazgeçişe göğüs geriyordu.
Hangi Ali yumruğunu sıktı, hangi Ali ellerini açtı? Hangisi ringde direndi, hangisi sessizliğe gömüldü? Ne kaldı bir böcekten geriye? Sahi avucunda tuttuklarının altında ezilen kimdi? Gerçekliğin ortasında tam da bu nedenlerle; hangi ringde, ne için dövüştüğümüzü hatırlatan bir aynaydı Muhammed Ali!
Bazen bir oyun, seyircisini öyle bir noktada yakalar ki gerçekliğin yoğunluğu sahnenin sınırlarını aşar. Kara komedi maskesinin altında, derin bir trajedinin kaçınılmaz yüzleşmesi gizlenir. 6 Şubat depremlerinin ikinci yıl dönümünde, seyirciyi böylesi ağır bir yükün altına sokan izleme deneyimi değil, toplumsal hafızanın sarsıntısıdır.
Hatırlamak mı? Unutmak mı? Bu soru, sahne üzerinde her an altı çizilen, ahlaki ve toplumsal bir gerilim olarak varlığını sürdürür. Yalnızca bir aile dramı değil, aynı zamanda bireyin hatırlama ve unutma arasındaki tercihini sorgulayan; vicdan, ahlak ve toplum meselelerine ışık tutan bir melodramdır. Yapısındaki felsefi katmanlarla, bireysel sorumluluğun kaçınılmazlığını vurgularken kişiyi kendi gerçekliğiyle yüzleştirir. Farklı dramatik düzlemleriyle seyirciyi koltuğundan kaldırarak, etik bir duruş sergilemeye zorlar. Büyük ölçekli meseleleri, kara komedinin kırılgan sınırında sahnenin her köşesine sinmiş düşünsel izlekte sunar. Bu yapının merkezindeki karakterler, geçmişle yüzleşme aşamasındaki bireylerin içsel yolculuklarını çeşitli şekillerde yansıtır.
Bu paragraftan sonrası oyun hakkında detaylar içerir.
Hikaye, bir yıl boyunca müştemilatta yaşayan bir ailenin, baba yadigarı arsadan ayrılmayı planladığı gün başlar. Ancak merhum babanın çocuklarına bıraktığı bir sır, ayrılığı geciktirir. Böylece Kadir, Feride, Umut ve Müjde’nin öyküsü, unutma ve hatırlama arasındaki ikilemle şekillenir.
Ailenin pragmatist ve çıkarcı figürü olan Kadir, çıkarları uğruna ailesini terk eder ve iktidar yanlısı çevrelere girerek maddi sorumluluklarını üstlenir. Ancak suçluluk duygusuyla yüzleşmek yerine savunmaya geçer; bu da onun içsel çözülüşünü hızlandırır. Kadir’in bireysel çıkarları uğruna yaptığı taşra kurnazlığı, bir binanın çökmesine, babasının ölümüne ve kardeşi Umut’un ağır bir travma yaşamasına sebep olur. Kadir’in rant peşindeki ahlaki çöküşü, yalnızca ailesinin değil, toplumun da yüzleşmesi gereken bir sorumluluğu temsil eder.
Sinemacı olmayı hayal eden ve Z kuşağını temsil eden Umut, hafıza kaybı ve geçmişe dönüşle zihinsel çöküş yaşasa da unutmayı kabul etmez. Uykuyla unutmanın, uyanarak hatırlamanın yükünü taşır. Umut’un unutmaya direnci, travma ile yüzleşme çabası ve hafızanın güvenli bölgelerinden çıkma ikilemi, bilinçaltı ile gerçeklik arasında gidip gelen fantastik bir düzlemde sununur. Matrix’in dijital simülasyonuyla kurduğu paralellik, karakterin gerçeklik arayışındaki yolculuğunu derinleştirir. Ancak Umut’un bilinç döngüleri, Neo’nun simülasyonla yüzleşmesinin daha içsel bir yansımasıdır. Karakterin her uyanışında “Burası neresi? Hangi tarihteyiz?” gibi sorularla döngüsel tutsakta sorguladığı gerçeklik, Neo’nun simülasyondan uyanışını anımsatır. Karakterin zihin dünyasında kurduğu Matrix setinde, “Kestik” ve “Kayıt!” ifadeleriyle seyirciyi gözlemci olmaktan çıkarıp hikayenin içine çeker.
Ailenin kırılgan ama güçlü kadını Feride, ailesini bir arada tutmaya çalışarak travmalarını göğüsler. Feride’nin karakteri, aile içindeki duygusal çalkantılar ve vicdani çatışmalarla şekillenir. Meseleleri görmezden gelse de alacağı kararla içsel gücünü keşfeder ve nihayetinde kendi kimliğiyle yüzleşir.
Doğruluğa olan bağlılığı ile duyguları arasında çıkmazda kalan Müjde, ait olmadığı aileye gazeteci kimliğiyle dışarıdan bakar. Ailenin saklı geçmişine duyduğu merakla, zamanla kendi objektifliğini sorgular ve her karakterin içsel çatışmalarına dair sorgulayıcı tavrı, farkında olmadan ailenin gölge taraflarını ortaya çıkarır.
Sahne tasarımında, oyun süresince yer değiştiren minimalist küpler, sınırlı fakat geçirgen bir gerçeklik sunarak ses, ışık ve video oyunlarıyla çok katmanlı bir algı yaratır. Küplerin hareketi, bir yandan karakterlerin zihinsel çalkantılarını betimlerken, diğer yandan seyirciyi geçici gerçeklikte sıkışmış hissettirir. Bu tasarım, Matrix’teki simülasyonun sınırlarını aşma çabasıyla paralellik gösterir. Dinamikleriyle, adeta Matrix’in dijital evrenini deprem gerçeğiyle sahneye taşır. Gerçeklik ve kurgu arasındaki her salınımda, seyircide varlık sorgulamasına yol açar. Karakterlerin içsel çöküşü, kaderin ve kişisel seçimlerin birleştiği bir noktada oyun doruğa ulaşırken, toplumsal felaketlerin kişisel sorumluluklarla nasıl şekillenebildiğini gözler önüne serer.
Muhammed Ali / Yolcu Tiyatro