Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” öyküsünden yola çıkıp bambaşka bir bakış açısı kuran “Abdullah Konuş”, şefkatle nefret arasında gidip geldiğimiz, hem bize hem de canımızı yakan herkese benzeyen bir karakter yaratıyor. Narsisizmle öz-nefret arasında salınan Abdullah, sevgilisini manipüle ederek bu toksik ilişkiye geri dönmeye ikna etmeye çalışırken, biz seyirciler de sık sık “acaba bir şans daha mı versek?” diyecek noktaya geliyoruz. Rüya ile gerçek, yüzleşme ile kaçma arasında gidip gelen bu uzun gece, ilişkilerimizi, sınırlarımızı ve kendi karanlık tarafımızı yeniden düşünmemize sebep oluyor.
Tek kişilik oyunda genç oyuncu Alperen Abdullah Türkekul, baştan sona olağanüstü bir fiziksel performans sergiliyor. Vücudunu, sesini ve sahnedeki uzamı öyle ustalıkla kullanıyor ki, metnin rüya–kâbus hattında zaman zaman zor takip edilen akışı, onun enerjisi sayesinde bizi sürekli oyuna geri çağırıyor. Bir sandalye ve dört ışık ayağıyla kurulan sade sahne düzeni, Tiyatro Arçura’nın fiziksel tiyatro ile anlatı tiyatrosu arasındaki imkânları ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor. O basit ahşap kır kahvesi sandalyesi, oyun boyunca Abdullah’ın mekânına dönüşüyor; bir anda meyhane masası, kerhane odası, musalla taşı oluveriyor.
Abdullah farklı karakterler arasında hızla gidip gelirken bir yandan burnunu sile sile ağlaması, bir yandan hikâyeyi anlatmayı sürdürmesi, seyirciyle çok çıplak ve dürüst bir bağ kuruyor. Meyhane sahnesi, kerhane bölümündeki geçişler ve cenazedeki “kendine yukarıdan bakma” anları,rüya ile gerçek arasında astral bir yolculuk hissi yaratıyor. Yönetmen Çınar Taşdemir’in kurduğu bu evrende Alperen Abdullah Türkekul gelecek vadeden, sahneyi domine eden bir genç oyuncu olarak karşımıza çıkıyor. Fiziksel tiyatroyu seven, toksik ilişkiler ve içimizdeki karanlıkla yüzleşmekten kaçmayan herkes için “Abdullah Konuş” kesinlikle görülmesi gereken bir oyun.
“Adıma Nazlı koyup hayatımda bir kere bile nazlanmama izin vermediler.”
Oyun boyunca Trakya’nın Nazlı’sını ve onun etrafındaki insanların hikâyelerini dinliyoruz. Nazlı, hem kendi hayatına sıkışmışlık duygusunu taşıyan hem de tüm bastırılmışlığına rağmen neşesini kaybetmeyen bir kadın. Anlatının içindeki Hala karakteri ise, abartısız söylemek gerekirse, oyunu izlemek için başlı başına bir sebep.
O küçük paketlerden kocaman mobilyalar kurdukça, aslında kendi içindeki alanı, nefesini ve var olma hakkını keşfediyor. IKEA sehpa kolisi üzerinden kurulan bu dünya, yalnızca dekoratif bir fikir değil; küçük kasaba insanının dar bakış açısını, toplumsal baskıyı ve kadınların hareket alanını sınırlayan kalıpları çok sade ama çok çarpıcı bir biçimde görünür kılıyor.
Oyun boyunca Nazlı’nın elinden düşmeyen kızılcık şerbeti de tesadüfi bir ayrıntı değil. “Kan kustum, kızılcık şerbeti içtim” sözünü hatırlatan bu tercih, sahnede somutlaşmış bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Sanem’in bu içme eylemini öylesine doğal ve içten oynaması, seyircinin sadece gözünü değil, neredeyse damağını bile oyuna dahil ediyor; benim bile canım çekti diyebilirim.
Sanem Gençalp’in sesi ve bedenini kullanma biçimi, oyunun en güçlü taraflarından biri. Sahnede yalnızca replik söyleyen bir oyuncu değil; bedenini, nefesini, sesini, bakışlarını ve suskunluklarını da birer anlatı aracına dönüştüren bir kadın izliyoruz. Bir yandan kasaba baskısını, aile içindeki bastırılmaları ve beklentileri; diğer yandan Trakya’ya özgü o içten neşeyi, dayanıklılığı ve inadına yaşamı sahneye taşıyor. Kendisinin de dediği gibi, “neşesine sığındıkça çoğalmış bir kadın” bu.
Nazlı’nın “Ben küçük evleri severim” cümlesi ise oyunun belki de en sade ama en derin cümlelerinden biri. Bu tercih, yalnızca bir mekân beğenisi değil; kendi ölçüsünü, sınırını, güvenli alanını tarif eden bir varoluş cümlesi gibi duruyor. Büyük mobilya mağazasındaki “kurulmuş örnek ev”in içinde kendini daha huzurlu hissetmesi, aslında hayatını başkalarının beklentilerinden değil, kendi iç dünyasının ritminden kurmaya çalışmasının sembolü.
Yaklaşık 75 dakika boyunca Sanem Gençalp, seyirciyi hem güldüren hem içten içe sızlatan bir çizgide tutmayı başarıyor. Yer yer trajik, yer yer komik; ama en çok da insanın kendine dürüstçe bakabildiği o tuhaf ara tonlarda gezinen bir performans bu.
Kısacası, “Zeytinyağlı Yaprak Sarması”, mutlaka gidilip izlenmesi gereken; tek kişilik oyun kavramına hem oyunculukta hem rejide incelikli bir yorum getiren, güçlü ve samimi bir performans. Metnini yazan ve tek başına sahnede taşıyan Sanem Gençalp; yönetmen koltuğunda ise Şenol Önder var. Oyun, 26. Sadri Alışık Ödülleri’nde Tek Kişilik Performans dalında Yılın En Başarılı Kadın Oyuncu adayı olmasıyla da, sahnede tanık olduğumuz emeğin ve niteliğin tescili niteliğinde.
Abdullah Konuş / Tiyatro Arçura