-
Bay Samir’i 27.12.2024 tarihinde Büyükçekmece AKM Bedia Muvahhit Sahnesi’nde izledim. Evimin yakınındaki sahneye gelince ve bayağıdır izlemek istediğim bir oyun olduğu için hemen bilet aldım ve izlemeye gittik. Salona ilk girdiğimizde sahne ortasında duran koşu bandı, kağıtlardan birleştirilerek yapılmış bir cansız manken ve yerde birkaç obje bizi karşılıyordu. Az çok konusuna hakimdim oyunun, yine de sahnede gördüklerimle kafamda birleştirince hikaye yavaş yavaş şekilleniyordu adetâ. Oyunun yazarı Alper Kurbaloğlu’nun ismini ilk kez duyuyorum, zira çok iyi bir metinle kendisini tanımış olmaktan dolayı ismini hemen hafızama yazdım. Oyun; hayatında bir anlam arayışı olan, yalnızlığıyla sırdaş olmuş, bu sırdaşlığa bir arkadaş arayan ve hayat mücadelesinden yorulmuş Bay Samir’in Taksim ile Şişli arasındaki spiritüel yolculuğunu anlatıyor. Koşu bandı üzerinde hem yol seyrini izliyoruz, hem de duygu durum değişimlerinde yürüyüş bandındaki ataklarıyla ilişki kuruyoruz. Zira oldukça mantıklı ve yerinde bir tasvir olduğunu düşünüyorum. Arka barkovizyonda 23:10 saati yer alıyor ve Bay Samir’in spiritüel yolculuğunda plastik mankenini sırtlayıp kendisiyle olan muhabbetinin derinliğine iniyoruz. Bu noktada yanlızlığının ilk fısıltıları kulağımıza yavaşça çalınıyor ve hikayenin daha derinine, yani en başa dönüyoruz. Karakterimizin her gün işten eve yürüdüğü bu 3 km’lik yolda görmeye her zaman alışık olduğu Matmazel tuhafiyesi, sahibi Sabit bey, dert ortağı “hilkat garibesi” ne benzettiği plastik manken ve tuhafiyenin hemen yanıbaşındaki leblebi dükkanını sahnede adeta yaşıyoruz. Işık tasarımlarıyla geçişleri çok iyi veriyorlar. Değişen zaman döngüsünde değişmeyen tek şey Bay Samir’in yanlızlığı ve buna rağmen hayata duyduğu mahçubiyet, çekingen tavırlarla tüm bunlarla barışmış, kendi benliğini kabullenmiş, aksine kırıcı olma tavrından bir hayli uzak bir karakterle beraberiz. Ben Bay Samir’i yakından tanırken çok sevdim, kendisiyle kısa süreliğine bir yoldaşlığımız oldu sahnede. İzleyiciye bu samimiyeti hissettirmek bir meziyettir ve üstesinden gayet profesyonelce geliyor. İzlerken kendimi Taksim-Şişli arasındaki o uzun yolda, Harbiye sokaklarında buldum. Matmazel tuhafiyesini, yanındaki leblebi dükkanındaki sıcak leblebi kokusunu hissettim. Karaktere hayat veren Kerim Urun’u tebrik ediyorum, çok iyi bir oyunculuk sergiliyor. Bu yolculuk diğerlerinden biraz farklı geçiyor çünkü Bay Samir’in her gün sürekli ziyaret ettiği o tuhafiye dükkanının kapandığını fark ediyor. Sürekli dertleştiği plastik manken de haliyle yok, kime sorsa da kimseden net bir bilgi edinemiyor. Bu spiritüel yolculuğunda kendisine farklı karakterlerle eşlik eden Gökhan Gürün’ün işveren, çiçekçi, polis, büfeci, aşık sarhoş ve kahveci tiplemeleri oyunun varolan dramasına bir nebze renk ve akış katıyordu. Her biriyle olan ilişkisinde yine de kendine yer edinemeyen Bay Samir, her nasılsa dönüp dolaşıp gözü o plastik cansız mankende oluyordu. Düşündürücü yanı şuydu; o kadar canlı insanın veremediği dostluk aidiyetini nasıl olur da cansız bir manken verebilirdi. 3 km’lik o sıradan ve düz yolun aslında öyle sandığımız gibi sıradan olmadığını, Bay Samir’in konfor alanı olarak gördüğü evine giden yolculuğundaki değerli bir yol olduğunu anlıyoruz. Hiçbir şeye sahip olmayan bir insanın sahip olduğu şeyler daha özel ve içseldir. Size anlam katmayan değerler o insanlarda büyük bir anlam taşır. Bu bakımdan düşününce Bay Samir’i daha iyi anlıyoruz. Nemelazım ile başlayan ve boğazına düğümlenen kelimelerin kendisinde yarattığı boşluk gayet derindi. Ve oyunun sonuna geldiğimizde; sonun aslında başlangıçla bir ilişkisi olduğunu fark ediyoruz. İçimizi, gözyaşlarımızı görmesini istemediğimiz kimlikler, anlam yüklediğimiz, bize has olan ve kendi gerçekliğimizde bizi biz yapan şeyler, anıların yarattığı yük ve yalnızlığın kelime anlamını dolduran her bir yapı taşları... Tüm bunları düşündüğümde her birimizin hayatı boyunca başından sonuna kadar yürüdüğümüz o yaşam döngüsündeki kader yolunda birer Bay Samir olmuyor muyuz? Her insanın yürüdüğü kilometre farklıdır. Kimininki çok uzun, kimininki ise azımsanmayacak kadar kısadır. Önemli olan o yolda karşımıza çıkanlar değil midir peki? Ya da dürüst olalım, Bay Samir kadar yalnızlığımızla barışık mıyız? Hiç sanmıyorum…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
2024 senesinin son oyunu Mağrur Fil Ölüleri’ni 30.12.2024 tarihinde Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi’nde izledim. Semaver Kumpanya’nın izlediğim ikinci oyunu ve bu sebeple son zamanlarda radarıma takılan bir oyundu. Cimri oyunundan sonra Semaver Kumpanya’nın yapımını üstlendiği tüm oyunlara ilgim artmıştı çünkü. Nitekim; bugün oldukça spontane gelişti ve son anda karar aldık, oyuna birkaç saat kala bilet alıp oyuna gittik. Hakan Tabakan’ın yazdığı ve rejisinde Volkan Sarıöz’ün yer aldığı “Mağrur Fil Ölüleri” 120 dk.yı aşkın sürdüğü için 2 perde oynadığını öğrendim. Neyse ki içim rahatladı ve oyunun sıkıcı olmayacağını düşündüm. Aslında uzun oyunları izlemeyi seviyorum. Uzun oyunlarda da sıkıcı olabilme ihtimali insanı tereddüte düşürmüyor değil elbet. Gelelim oyuna… Öncelikle Turkcell Platinum Sahnesi’nin üst kattaki balkonu komple kapalıydı, sadece alt kat salon seyirciye ayrılmıştı. Buna rağmen çoğu koltuk da boştu, tarihin 30 Aralık olmasına bağlıyorum. Keşke oyun 0 Studio sahnesinde oynasaydı eminim daha samimi bir ortam yakalanabilirdi ve bu kadar boş koltuk kalmazdı diye düşünüyorum… Sahneye ilk girdiğimizde oldukça nostaljik bir evin salon dekoruyla karşı karşıyayız. 1969’u 1970’e bağlayan, yağmurlu bir yılbaşı gününde karakterlerimiz Cahit ve Belkıs’ın evinin salonundayız. Evinden çıkmak isteyen, tam bir edebiyat adamı olan Cahit’i yılbaşı akşamı ablasında kutlamaya ikna etmeye uğraşan Belkıs’ın karşılıklı gelişen tatlı diyaloğuna şahit oluyoruz. Devamında kim bilebilirdi ki bu diyaloğun yerini tatsız gerçekliklere bırakacağını? Halı altına süpürülmüş, üzerine sünger çekilmiş ve hakkında konuşmaya cesaret edilmeyen konular bir bir tokat gibi su yüzeyine çıkacaktı adetâ. İlk perdede trajedi & dram yerine gayet karakomedi bir text izliyoruz, oyunculukların dinamiği de bu yönde ve karakomedi oluşu epey kuvvetlendiriyor. Salondaki çoğu izleyiciden kahkahalar yükseliyordu. Karakterlerimizin öğrencilik yıllarından tanıştığını anlıyoruz, bir anda kendimizi öğrencilik yıllarından oldukça tatlı, komik ve saf anılarında gülerken buluyoruz. Bulaşık makinesinin adını ilk defa duydukları bir dönemdeyiz. Eski tip radyodan çalan Türk sanat müzikleri de arada eşlik ediyordu oyuna. Daha çok yer verilebilirdi ama, ben bu kısımları biraz eksik buldum. En çok sevdiğim anı ise; üniversitede Cahit’in öğrencilik zamanlarındaki yokluk döneminde kendisi gibi tüm öğrenci arkadaşlarının ailelerinden gelen paralarla semt pazarından tüm sebzeleri alıp, eve geldiklerinde hepsini katarak ortaya tuhaf bir yemek yapmaları ve arkadaşlarının “muti, muti” diye söylenip her seferinde iştahla o karışık yemeği yemesi detayı çok güzeldi. Mesela aklımda bu kalmış, demek ki içine çekmeyi başarmış buraya kadar metin beni. Sonradan eve gelen davetsiz misafir gibi gelip salonun ortasında konumlanan bir büyük hediye kutusu ve üzerinde de küçük bir kırmızı hediye kutusu… Çok kilit bir noktada ilk sahne sonlandı ve ikinci perdeyi iple çektim. Buraya kadar gayet eğlendim ve gayet iyi bir oyuna geldiğimi düşündüm. İkinci perdede dinamiğin daha yukarı çıkacağını düşünsem de maalesef tam tersi oldu. Biraz hayal kırıklığı yaşadım. Yer yer sıkıldığım, saate baktığım bir uzun diyalog içinde buldum kendimi. Bir anda geçmiş dönemde üzeri örtülen ve konuşulmayan kayıpları öğreniyoruz. Ardından bir anda karakterlerin sağcı ve solcu ailelerinin arasındaki barışık olmayan sosyo-kültürel farklılıklara ve politik uçurumlara denk geliyoruz. Derken Cahit’in öğrencisinin kendisine yılbaşı hediyesi olarak hediye ettiği yağlı boya tablosunda tablonun fırça darbelerinin karakterlerimizde yarattığı duygu durumlarına ve ölüm tanımınının yarattığı hislere şahit oluyoruz. O kadar çok konudan konuya geçiyoruz ki, bir süre sonra text’i kafamda toparlamaya çalıştım. Fil figürünün mitolojik çerçevede mağrur yönüyle tasvirini gördüğümüz text’te ben maalesef güçlü bir ilişkilendirme kuramadım. Bu noktada text’in izleyicide kafa karışıklığı yarattığı kanaatindeyim. İzlerken her detayında etkilenmek üzere hazırdım halbuki fakat derin konuların işlendiği yerlerde maalesef o duyguya giremedim. Kült bir tavır işlenmeye çalışılmış da bu tavıra yaklaşılamamış gibi bir hissiyat yarattı bende. Kült tavırdaki işleri çok severim, buna en iyi verebileceğim örnek Evlilikten Sahneler’dir mesela… Sezin Bozacı ve Sarp Aydınoğlu fevkalâde bir oyunculuk sergiliyorlar fakat metinin yapı taşında bir sorun olunca her ne kadar iyi bir oyunculuk resitali de sergileseler karşı tarafa o hissi geçiremediklerinde elde sadece birkaç şeyle yetinecek şeyler kalıyor… Ek olarak; Sezin Bozacı’nın Cimri’deki rolünden kaynaklandığını düşünüyorum, bir türlü bu dramatik karakterde kendisini oturtamadım. İlk perdede güldürdüğü sahneler daha çok hoşuma gitti. Sarp beyle iyi bir partner olmuşlar, fakat metnin ana amacını biraz irdelemek lazım, bana geçen az şey oldu. İzledikten sonra üzerinde uzun uzun düşüneceğim oyunları çok seviyorum, beynimi işgal eden metinler beni daha mutlu ediyor. Bu oyundan çok mutlu ayrıldığımı söyleyemeyeceğim bu nedenle. Bir de oyun boyunda açılmasını beklediğim büyük kutu açılmayınca yoruma açık olduğunu düşündüm ve bu konuda ne yazık ki olumlu bir yorumlamada bulunamadım. Yine de iyi ki bu oyunu izlemişim, kesinlikle vakit kaybı değildi. Kendinize ayıracağınız fazladan vaktiniz varsa bu oyunu listenize dahil etmenizi öneririm…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
Prömiyerinden bu yana merakla beklediğim ve anca fırsat yaratabildiğim ÖTEKİ oyununu 17.01.2025 tarihinde Moi Sahne’de izledim. Fyodor Mihailoviç Dosteyvski’nin şaheseri Öteki oyununun rejisinde Emin Alper yer alıyor. Emin Alper’den dolayı daha bir merak içindeydim, nitekim oyuncu kadrosuyla da iyi bir iş izleyeceğimiz oldukça aşikârdı. Moi Sahne’ye zorunda olmadıkça gitmeyi tercih etmiyorum. Gerek AVM popülasyonu, gerekse alan yönetimi konusunda son sıralarda tercih edebileceğim bir mekan. Gelelim oyuna… Salona ilk girdiğimizde birçok ayna plakaların yer aldığı bir salon/yatak odası karışımı bir dekorla karşı karşıyayız. Şaşaalı bir dekor beklentisi içinde değildim, zira beni ilk başta tatmin etti dekor. Arka barkovizyonda akan görüntü eşliğinde uzun bir süre bekledikten sonra oyun başladı. Kırmızı çoraplarıyla, siyah takım elbisesiyle ve değişik saç kesimiyle karşımızda duran Erdem Şenocak’ın evinde çalışan personeli Derya Karadaş ile karşılıklı dinamik diyaloğuyla başlayan oyun beraberinde metnin içine yavaştan girmemizi ve karakterlerimizi daha iyi tanımamızı sağlıyor. Bir bankada çalışan banka görevlisi karakterimiz, iş arkadaşından aldığı bir mesajla kendisinin doğum günü partisine davet edilir ve tam o anda kendisine her detayıyla tıpatıp benzeyen birisiyle tanışır. Bu tanışma devamında kurgusal gerçeklik çerçevesinde, psikolojik bir drama yolculuğunda şekilleniyor ve en nihayetinde tüm izlediğimiz şeylerin nihai neticesine varıyoruz. Burada çok akıllıca ve başarılı bir rejiyle karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyim. İzleyenler anlayacaktır ne demek istediğimi; metnin beraberinde barkovizyonda akan mekan görüntüleri ve algımızı güçlendirecek diğer görseller o kadar net ve doğru bir şekilde seyirciye aktarılıyor ki, gerçekten bir evin salonunda, yatak odasında, banka koridorunda, soğuk ve ıssız bir sokakta olduğumuzu hissediyorduk. İzleyicide bu algıyı yaratmak bir meziyettir, bunu güçlü bir rejiyle ve ışık oyunlarıyla gayet güzel veriyorlar. Öteki eserinin bir tiyatro oyununa uyarlaması ancak bu kadar akıllıca ve iyi olabilirdi, bu konuda eksiklik hissetmedim. Oyuncuların arasında sürekli değişen karakter değişimleri çok iyi bir numaraydı, oyun sonunda karakterlerimizin maskeleriyle yapılan senkronize değişimler çok sürprizliydi. Sürprizi ve bir numarası olan işleri her zaman seyrederken ayrı bir haz alırım, bu oyunda hangi sürprizin geleceğini kestiremiyorsunuz. Bu da var olan uzun metni ve diyaloglar arasındaki bazı durağanlıkları daha izlenebilir ve keyifli kılıyor. Seyirci bu bağlamda fazlasıyla düşünülmüş, buna rağmen düşük puan veren izleyiciyi tatmin edemediklerine üzüldüm ve biraz da şaşırdım açıkçası. O kadar çok seyircinin nabzını dikkate almayan oyunla ve rejiyle karşılaştım ki, haliyle verilen emeğin biraz göz ardı edildiği kanaatindeyim. Sanırım biraz fazla acımasız ve düz bakılarak yaklaşılmış bu oyuna. Detaylara indiğimde gayet tatmin olduğum, kâh güldüğüm kâh algımda bütünüyle olguları ve mekanları hayal edebildiğim, başarılı bir oyun izledim. Sürekli değişen dekorlar beni rahatsız etmedi, hatta hızlı ve aksaklık yaşamadan kotardı gayet dekor ekibi. Oyuncular konusunda şöyle minik bir eleştirim olabilir; Derya Karadaş’a keşke biraz daha fazla yer verilseydi daha fazla o karakomedi ambians yaratılabilirdi. Şayet Gökhan Yıkılkan’dan da bahsetmek isterim. Oyuna tattığı tat oldukça güzeldi. Fakat günün starları olarak Cem Yiğit Üzümoğlu ve Erdem Şenocak’ı görüyorum. Süregelen dinamiği ve gerektiğinde o tatlı dramayı çok profesyonel bir şekilde seyirciye veriyorlar. İkisinin de oyunculuklarına ve birlikte uyumlarına hayran kaldım. Toparlarsam bütünüyle iyi oyunculukların ve başarılı bir rejinin güzel bir ürününü izledik. Oyunun sonunda yatan gizli sürprizde ise çok şaşırmıştım, neyse spoiler vermeyeceğim. İzleyecek olanlara şimdiden keyifli seyirler diliyorum…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
İlk oynadığından bu yana tam bilet alacakken başka oyunlarımla çakışmasından dolayı bir türlü bilet alma fırsatı yaratamadığım MUSKAT oyununu nihayet 23.01.2025 tarihinde Zorlu PSM 0 Studio sahnesinde izleyebildim. Daha öncesinde Chaplin’den de tarzına az çok hakim olduğum, Muskat’ın da hem yazarı hem yönetmeni olan Aksel Bonfil gerçekten çok kaliteli bir metin ile karşımızda. Studio sahnesine ilk girdiğimizde bizi aralıklı olarak dizilmiş birçok dikey pozisyonda florasan aydınlatmalar karşılıyor. Esra Dermancıoğlu’nun sahneye gelmesiyle “Bugün benim en mutlu günüm, bugün benim annem öldü” dizesiyle oyun başlıyor. Yaşamaz ihtimaliyle dünyaya gelen ve buna inat yaşama tutunan, bu vesileyle de adı “Yaşar” olan karakterimiz Yaşar’ın annesinin mevlüdü ve Paris arasındaki spiritüel yolculuğundayız. Aşırı dindar, bir o kadar da sert ve bağnaz annesi ile hem kürt, hem devrimci babasının kızı olan Yaşar’ın “Yaşar” olma sürecinde karşılaştığı zorlukları görüyoruz. Farklı hayalleri varken bu hayallerde kendine yer edinemeyen bir kadın olan Yaşar, hem kendisiyle hem de çevresindekilerle barışık olmayı başarabilmiş, kusurlarını benimseyebilmiş ve de sevmiş. Derinlerine indiğimizde bağları kopmuş ve onarımı pek de mümkün olmayan anne-kız ilişkisinde yırtılıp atılan sayfalar, okunmamış dizeler, yaşanmamış hayatlar, tadılmamış mutluluklar ve bolca acı… Dermancıoğlu ona yazılan karakteriyle prova süresince öyle özdeşleşmiş ki, sahnede dersine ne kadar iyi çalıştığını resmen gösteriyor seyircisine. Oyunun adının nerden geldiğini oyunun sonlarına doğru anlıyoruz. Muskatın, kabak mücverinin ve bu spiritüel yolculuğun bu döngüsel eksende nasıl yer edindiğini çok başarılı bir şekilde anlatıyor metin. İzleyenler ne demek istediğimi iyi anlayacaktır, daha fazla spoiler vermek istemiyorum. Tek eleştirim şu yönde olabilir; duygulanmak ve deyimi yerindeyse bu dramada kendimi param parça etmek için oldukça hazırdım fakat aşırı duygu yoğunluğuna giremedim. Esra hanım elinden gelenin fazlasını yapıyor sahnede, âdeta iyi bir oyunculuk resitali izliyoruz. Kendisine hayrandım, bir kez daha hayran kaldım. Tek kişilik oyunlarda oyuncunun büründüğü karakteri içselleştirmesi önemlidir, burada bir ezberden öte iyi çalışılmış ve üzerine kendinden de süslü notalar yaratılmış, özenli bir iş görüyorsunuz. Bir resim galerisinde kübist bir tablodaki kişisel benzetimlerden, bir McDonalds hamburgerinin kişinin hayatında nasıl bir özgürlüğü ifade ettiğinden, dindeki bazı oluşumların insanın hayatını nasıl derinden ve acımasızca etkilediğinden, süslü ifadelerin içeride oluşturduğu yaralardan ve tüm bunların beraberinde isminin hakkını veren bir karakterden bahsediyorum. Oyunda çok başarılı nüanslar var, sırf bunun için bile bol alkışı hak ettiğini düşünüyorum. Dekorda ise; her bir duygunun yarattığı hislerin florasanlara yansıtılma detayı çok akıllıca ve başarılıydı. Bu bakımdan düşününce bu içsel spiritüel yolculuğa atıfta bulunuyor sahnedeki florasan aydınlatmalar. Kostümü çok sevdiğim sevgili tasarımcı arkadaşım Özlem Kaya tasarlamış, hikayeyle oldukça özleşen siyah, salaş bir tulum tasarlamış Esra hanıma. Ben beğendim. Her ne kadar kendisini olduğundan kilolu gösterse de hikaye nezdinde karakterle bağdaştığını düşünüyorum. Yer yer soyut dışavurumların yer aldığı, algımızla sürrealist bir tavırla oynayan MUSKAT oyunu her bakımdan görülmesi gereken, kaliteli oyunculuğun olduğu bir oyun… Finalde Esra hanımın hâlen gözyaşlarını sildiğini gördüm, o kadar içselleştirerek oynuyor işte! Oyun sonunda gündemimizde şu an yaşanan ve hepimizi derinden üzen Bolu/Kartalkaya olayına değinmesi de çok ince bir davranıştı. Oyunda emeği geçen herkesi gönülden tebrik ediyorum!
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
-
İnsanlar Mekanlar Nesneler oyununun henüz 5.nci temsilini 26.01.2025 tarihinde Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi’nde izledim. Öncelikle oyunun finalinde söyleyeceğim cümleyi en başta kurayım; sinir bozucu derecede muhteşem ötesi, çılgın, yoğun bir şekilde dramı her zerremde hissettiğim ve ayakta dakikalarca alkışlanacak nitelikte kusursuz bir oyun izledim dün akşam! Zorlu PSM prodüksiyonlarının genelde diğer oyunlara nazaran daha iyi olduğunu biliyordum, deneyimle tecrübeledim. Çünkü ekstra bir bütçe ayrılıyor, üzerine daha çok titreniyor ve bu nedenlerin sonucunda bilet fiyatları da haliyle daha yüksek oluyor. Bu oyun da onlardan biriydi, 1800 TL’ye yakın bir fiyat ödediğim için beklentim epey yüksekti. Merve Dizdar’dan kusursuz bir oyunculuk resitalini izleyeceğimizden şüphem olmadığı ve kendisini çok yakından görmek istediğim için en ön B sırasından biletimi almıştım. Sahneye girdiğimizde perdenin kapalı oluşu mutlu etti çünkü tiyatro bu demek bence. Sürprizli olmalı, dekoru ile ilgili merak uyandırmalı. Oyun öncesi seyirciye açık dekorlu oyunları genelde sevmiyorum. Oyun enteresan bir sahne ile başladı ve enteresanlığını katiyen bırakmadı oyun bitimine kadar. Uyuşturucu bağımlısı ve bir kimlik arayışında olan Sarah’ın tedavi olmak ve sanrılarından, kaygılarından, depresif ve de halisünatif reaksiyonlarından kurtulmak amacıyla gittiği rehabilitasyon merkezinde yaşadıklarını ve ne yöne doğru evrildiğini anlatıyor oyun. Öncelikle dekora değinmek isterim. Rejisinde İbrahim Çiçek’in olduğunu bildiğim için kendi kendime bir benzetme yaptım. Balina oyunundaki gibi bu oyunda da şeffaf bloklardan oluşan bir rehabilitasyon merkezi görünümü ile karşı karşıyayız. Sahneler arasında dekorlar değişmeli şekilde tasarlanmış ve kurgulanmış. Dekor değişimleri oldukça kusursuz şekilde ilerliyor ve seyirciyi seyirden koparmıyor. Hatta dekorları değiştiren dekor görevlilerin büründüğü kılık ve maskeler oyunun birer parçası niteliği taşıyordu. İzleyenler ne demek istediğimi net anlayacaktır. Erkek kardeşinin ölümünden dolayı kendi hayatına adapte olamayan Sarah’ın, adeta içsel huzuru ya da anlık bu depresif durumdan kurtulma çaresi olarak bir kaçış yolu olarak seçtiği uyuşturucu ve alkol ile ilişkisini görüyoruz. Bu ilişkinin kendisine ve ailesine verdiği zararlar ve bunların doğurduğu kopuk ilişkiler, yenilmeyen akşam yemekleri, yaşanılmamış anılar, tamamlanmamış eksik hayatlar… Arada oyun içinde dinamiği son derece hissedeceğimiz müzikler, tekno danslar ve karakter çoğalmaları Sarah’ın kendi içinde uyuşturucunun etkisiyle yaşadığı sanrılara ve halüsinatif reaksiyonlara ışık tutuyor. Fakat tüm bunların özelinde Merve Dizdar’a ayrı bir parantez açmak istiyorum. Çünkü son zamanlarda izlediğim en kusursuz ve etkileyici performanstı! Oyunculuk dersi niteliğinde izlediğimiz bu muhteşem oyunculuk karşısında söyleyebileceğim tek kelime; bu rolü kendisinden başka hiçbir oyuncunun canlandıramayacak oluşu olurdu. Cast seçimi bu noktada o kadar doğru olmuş ki, yan oyuncular her ne kadar harika oyunculuk sergileseler de üzgünüm ama Merve Dizdar’ın oldukça gölgesinde kalıyorlar. Bu diğer oyuncularda olan bir eksiklik değil, tamamiyle Merve Dizdar’ın kendi oyunculuk yeteneğiyle alakalı bir durum. Yanına hangi oyuncu gelseydi aynı durum yaşanırdı şüphesiz! Kendisini bir kez daha ayakta alkışlıyorum. Koca oyunu, bu kadar zor, uzun ve sert bir metni sırtlamak her yiğidin harcı değildir. Oyunda en beğendiğim detay; Sarah’ın geçirdiği ataklarda birçok Sarah karakterinin birden ortaya çıkarak zaman döngüsü çerçevesinde yaşadığı duygu durumlarını anlatması oldu. Rehabilitasyon merkezinde uygulanan tedavi yönteminin değişik yollarını, din methoduyla işlenen uygulama eylemleri, grup terapileri, travmaların gün yüzüne çıkarılarak bu travmalarla yüzleşme-hesaplaşma ikilemleri ve günün sonunda aydınlanma ve hepsinden arınma sürecine şahit olduğumuz 130 dk.lık muhteşem bir oyundu. İnsanlar-mekanlar-nesneler aracılığıyla yüzleşme & hesaplaşma adımlarını derin bir text ile sunmakla beraber arka planda çok güçlü bir reji var ve bir alkışı da o rejide oturan İbrahim Çiçek hak ediyor. Işık, ses, dekor ve bunların işleniş biçimindeki tavır çok özneldi ve oyunu da olduğundan güçlü kılıyordu. Oyunu seyrederken Sarah’ın kendini sürekli martı diye tasvir etmesinin nedenini daha iyi anlıyorum. Finalde dönüştüğü kimlikle hesaplaştığı aile yüzleşmesindeki duygu birikimleri ve gün yüzüne çıkan gizli gerçekler o kadar acı ve gerçekti ki… Duncan MacMillan’ın bu yorucu ve zor metni ancak bu kadar gerçek bir şekilde seyirciye nakledilebilirdi. Tüm ekibi alkışlıyorum. Başta İbrahim Çiçek ve Merve Dizdar’ı elbette! Tebrikler, tebrikler, tebrikler…
İzlediğim tiyatro, müzikal, bale ve opera temsillerini kendimce yorumladığım güncel paylaşımlarıma Instagram’da @metinler.sahneler hesabımdan ulaşabilir, ilgileniyorsanız takibe alabilirsiniz!
Bay Samir / Kozmopolitan Tiyatro