1998’de Müge Gürman’ın rejisiyle; Levent Öktem, Mehmet Güleryüz ve Özkan Uğur’un performanslarıyla Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş ve belleklere kazınmış bu oyunu, bu defa sevgili Gökhan Kocaoğlu’nun sade ve etkileyici rejisiyle prömiyer gecesi izledim. Palyaço, benim için her zaman dramatik bir imge olmuştur. Bu oyunda da palyaço yalnızca neşenin değil; geçmişin, zamanın, unutuluşun simgesi gibi. Yaşlı, yorgun bir yüze yapılan göz alıcı, renkli bir makyaj... Komedinin içinde sanki bir ağıt: “Bir seyirlik ömrün son perdesi nasıl oynanır, perde nasıl kapanır?” Temsilde sahne yuvarlak bir zemin üzerine kurulu ve bu zeminin sınırlarını çevreleyen bir ışık şeridi var. Bu daire ve ışık, izleyiciye ilk andan şunu söylüyor: Burası sınırlandırılmış, kapalı bir alan. Bir yanıyla da sirk sahnelerini anımsatıyor. Sahnedeki üç yaşlı palyaçonun bu penceresiz, kapalı odada bekleyişi, yalnızca bir iş görüşmesi değil; sınırları delerek hayata yeniden tutunma çabası. Öte yandan arka planda hiç açılmayan büyük, heybetli bir kapı var. Dışarıda olan bitenden soyutlanmış bu klostrofobik alan hem belirsizliğin, muğlaklığın hem de son umudun, somut bir olasılığın mekânı. Tam da bu ‘amaçlılık’ haliyle, buradaki bekleyiş Beckett’in Godot’sundan ayrı bir anlam, ayrı bir gerilim taşıyor; absürdü kırıyor, sert bir gerçeklikle bizi karşı karşıya bırakıyor: hayatta kalma mücadelesi. Oyun akışında, o heybetli kapının ardındaki ‘dışarıyla’ tek bağımız arada duyduğumuz, sahnedeki heyecanı da tetikleyen, derinden gelen fakat asla bekleme odasına erişmeyen ayak sesleri... Bekleyiş odası ağırlıklı olarak soğuk beyaz tonda, anlatının sıcak noktalarında yer yer sarıyla ısınıyor. Işık tasarımı oyuncuları doğru yerlerde takip ediyor; özellikle üçlü birlikte konuşurken kullanılan genel ışık, tekil hikayelerdeki spot, rekabet anlarında biraz daha daralan vurgu ışığı dikkatle ayarlanmış. Üç tanışık emektar palyaço arasındaki varoluşsak rekabetin, pandomim, illüzyon ve dramatik rol hattında, “ben daha iyiyim” iddiası içeren mini performanslarla desteklenmesi, sahneye zenginlik katıyor. Palyaçoların makyajı, kostümleri “gösteriden yeni çıkmış, biraz akmış, yıpranmış” hissini veriyor, hatta bence biraz daha buraya odaklanabilir. Zira bu öğe, metnin ruhu için büyük önem taşıyor. Yaş dramaturgisi bu oyunda sanıyorum en önemli öğelerden biri ve her oyuncuda aynı kuvvetle karşılık bulması da sanıyorum hayli güç. Oyunun “solmuş, yitmiş zaman” duygusunu, aktörlerin postürü yer yer zayıflatabiliyor. Belki biraz daha ağırlık, biraz daha yavaşlama, yüzlerin derin çizgileri, dizlerin ve omuzların hafif düşüşü… Seyirciyi oyunun dünyasına daha kolay sokabilir. Tahta Bavullar: Hatıra, İddia, Statü... Sahnede çok az eşya var. En belirgin olan tahta bavullar. Bu bavullar, palyaçoların geçmişini taşıyor, kendilerini ispat çabalarının somut nesnesine dönüşüyor, üçlü arasındaki güç ilişkilerini görünür kılıyor. Mesela bir sahnede bavuldan bir film afişi çıkıyor; “Ben aktörlük bile yaptım” diyen palyaçonun, kendine dair inancını ispatlamaya çalıştığı bir an. Başka bir sahnede bavullar yan yana geliyor; dostluk hissi doğuyor. Sırt sırta döndüklerinde küslük beliriyor. Bir bavul yere yatırılıp diğerleri yukarıdan bakınca statü dengesi değişiyor. Eşyanın dramatik işlevi için tam yerinde ve güçlü bir öğe. Peki Bu Hikâye Nereden Geliyor? Oyundan çıktıktan sonra en merak ettiğim oyunun yazarının hikayesi ve bu metni hangi motivasyonla yazmış olabileceğiydi. Çünkü palyaçolar ve bu kırık anı tasarlamanın bir motivasyonu olmak zorunda gibi hissettim. Oyunun yazarı Matei Vișniec, 1956’da Romanya’da doğmuş, 1987’de siyasi sığınmacı olarak Fransa’ya yerleşmiş bir yazar. Genç yaşta edebiyatı bir özgürlük alanı olarak tanımlıyor; Kafka’dan Camus’ye, Beckett’ten Dada’cılara kadar geniş bir kaynaklar dünyasından besleniyor. 80’ler Romanya’sında edebiyatın ve özellikle tiyatronun, ideolojilerin baskıcı retoriğini kırması gereken bir direnç alanı olduğuna inanıyor. Bu nedenle oyunlarında hem siyasal eleştiri hem de varoluşsal, insanî sorgulamalar güçlü bir şekilde hissediliyor; dili absürt, grotesk ve zaman zaman sürreal ögelerle zenginleşiyor. 1977–1987 arasında Romanya’da yazdığı oyunların büyük kısmı sansüre takılıyor. Buna rağmen metinler “yeraltı tiyatrosu” gibi elden ele dolaşarak yayılıyor. 1986’da Angajare de clovn (Küçük Bir İş İçin Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor) oyununu yazıyor. Tanımsız bir otoritenin baskısı, bitmeyen bekleyiş, sıkışma duygusu ve hayatta kalmaya dair ince umut... Sansürün kıyısında, yeni olanı keşfetme arzusu taşıyan bir kalemden dökülüyor. Son Söz Oyunun yeni yorumunda müzik, ışık, pandomim, koreografi ve küçük sihirli sürprizler bir seyir lezzeti veriyor. Sahneleme, karakterlerin hem parladığı hem de solduğu o ince anları çarpıcı biçimde vurguluyor. Seyir boyunca hem içiniz acıyor, hem yüzünüze bir tebessüm oturuyor; sanırım Vișniec’in o ince terazisi de tam burada. Diyeceğim o ki, sizde de bir kırılma yaratabilir; Küçük Bir İş İçin Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor’da Niccolò, Filippo ve Peppino’nun renkli ve bir o kadar hüzünlü bekleyişine ortak olmanızı öneririm.
Küçük Bir İş İçin Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor / İstanbul Devlet Tiyatrosu