Pesimizmin estetiği.
Her ne kadar oyunu izlediğimde (ve hatta ilk defa önümde bulup okuduğumda) yanımdaki insanların ağızlarını köpürte köpürte "inanılmaz pesimist" vurgulu yorumlar yapmış olmalarına ve benim de samimi samimi, tasdik edici kafa sallamış olmama rağmen, Sisat ve Sisala karakterlerinin o bedenlerinden, zorlama güzelliklerinden, hijyen dayatmalarından, ışıklarından, her türlü konfor tanımından arınıp, kokuşmuşluklarıyla da olsa, öze döndüklerini gözümüzün içine içine soktukları neşeli sahneleri, insanda bir "üstümüze külçe gibi çöktükçe çöken, şu yaşadığımızı sandığımız alemden kurtulsak da, hop şu çöp tenekesinin içine dalı versek" isteği uyandırmıyor değil. Yalan yok.
Ama biz gene de kafamızı sallayalım ve "evet pesimistti, pesimistti" diyerek çoğunluğa uyalım...
Metni okuduğumda beni en çok heyecanlandıran öğe olan -çıkmaz sokak- ortamının, bir takım teknik nedenlerle ve talihsizlik eseri sadece repliklere hapsedilmesi ve oyunun manzarasında yer bulamaması ciddi majör bir sıkıntıydı. Çünkü oyun boyunca sorulacak iki temel sorunun, 1) Nereden kaçıyor bu adamlar? 2) Nereye gidiyor bu adamlar? Sorularının, tiyatro görselliği ile anlam kazanabileceği tek mekân, belki de metinde oyunun tek dekoru olarak işaretedilmiş olan bu çıkmaz sokak dekoru idi… Ve yoktu…
Gene de o soruları sorduk. Birinci sorunun cevabı bana göre aleni şekilde oyunda veriliyor ve bu cevap: Yaşadığımız hayat.. Bunu, gerek Hiko ve Ril'in, hedef seyirci kitlesini kucaklayan iş kostümleri, kimliksiz ve kişiliksiz maskeleri, sinek kaydı traşları, (hatta oynayan oyuncuların vücutlarının fitlikleri bile şans eseri de olsa orayı tamamlıyor) gerek sözleri, gerekse efektler yeterince sağlıyor. Amma ve lakin oyundan sonra konuştuğumuz ciddi oranda izleyici bütün bunların yetmediğini söyledi. Dikkate alınması gereken bir nokta burası. Yönetmene ciddi iş düşen bir başka konu da bu. (Kaçılan yerin ne olduğu sorusunun cevabı: Yaşadığımız hayat ise ve izleyicilerinin büyük çoğunluğu bunu anlamakta sıkıntı yaşıyorsa, efektlerle bu daha da desteklenmeli. Şehir ve sosyal hayatı hatırlatan sesler, sözler, küfürler, neşeler, kahkahalar, kaos cakcuk)
Bizim sosyal ve kültürel sınıf, şehirli, orta sınıf, okumuş ve çoğunlukla seküler hayat yaşayan sınıf, bu oyunun en bariz izleyici kitlesi.. Bu bizim sınıfa hitap eden bir eserse, hakkımızdır, kendimizi arayacağız oyunda. Tamam, özdeşleşmecilik şart değil. Kabul. Ama olacak. Kaçınılmaz biçimde kendimizi arayacağız ve çok kolay biçimde bulacağız. Hiko.. Hiko biziz. Bu sebeple de Hiko karakterini oynayan Aydın arkadaşımıza çok ağır yük düşüyor. Hem de (ve de dolayısıyla) en zor rolün Hiko olduğu kanaatindeyim. Bizi oynuyor. Çok grotesk kaldırmayacak bir düzlem bu "biz olma" hali.
Zaman zaman bir Şaban tipini hatırlatarak bünyelerimizde biraz (bende çok az) ekşime yaratsa da rolün hali pür melalini bize hakkıyla sunan Özgür’ün canlandırdığı Ril karakterine, o Estralanya denilen -neverland- bir cennet olarak, başka âlemler olarak tanımlanırken, çöplüğün içindeki öteki âlemin aktörleri en grotesk yorumları ile karşımızda ve beni, tüm izleyenleri mest ediyorlar (Ladin ve Erdal). Oyunculuk, makyaj, kollektif estetik şahlanmış bu kısımlarda. Mizah tonu yerinde ve tam zamanında ortaya çıkıyor.
Final ise oyunun kanımca en önemli bölümü ve yönetmenin el atması gereken ikinci nokta..
Yukarıda bahsettiğim ikinci soru 2) Nereye gidiyor bu adamlar? Ya da "Estralanya nedir?" sorusu. Bir absürd tiyatro geleneği ve yönetmenin tercihi olarak kabul edebiliriz ki, "Estralanya nedir?" sorusuna cevap vermiyor oyun, tamam ama bu sorunun cevabını düşündürtmek gibi bir iddiası ve zorunluluğu da yok mu?
Bunu yapabilmek için ise uygun zemini yaratmak zorunda.
O zemin ise finalden geçiyor.
Finaldeki teknik sorunları ve tempoyu düzeltmeleri hepimizin hayrına olacak.
Ağızda bıraktığı lezzet ve birkaç gün sonrasında bile kafamızın içinde "acaba neydi? Şöyle yapsalar daha mı iyi olurdu?.." soruları sordurtan derinliği ile çok net, güzel bir iş çıkartan ekibe bir kere daha teşekkür ediyorum..
BABAFINGO
Estralanya / Tiyatro Yıldız