Tiyatroadam’ı Arturo Ui’den beri takip ediyorum. Bu oyunda da seyircinin takdir edeceği üstün bir efor var. Oyuncular ellerinden gelenin en iyisini yapıyor, sanırım daha fazlası, yani tempolu komedi oyunu açısından, yapılamazdı. Bu üstün çabayı takdir etmemek mümkün değil. Pelin Abay’ın Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nden ödül almasının ne kadar doğru bir tercih olduğu da apaçık ortada. Ama uyarlama yapmanın neden hala Tanzimat yazarlarımız gibi algılandığını anlamıyorum. Mesela İskoçya’yı Konya yapmak gibi şeyler eski, demode değil mi? Tabi ki olaylar ülkemizde geçebilir, ben bu oyunu çeşitli gruplardan benzer fikirlerle izledim, lakin yaratıcılık biraz alışkanlıkları, beklentileri zorlamayı gerektirmez mi? Bu nostaljik miras oyunun ideolojisine de sirayet etmiş. Erken Cumhuriyet dönemine özlemle bakıyor ve alkış garantili birkaç çıkışla ‘hâlihazırda kovada olan zaten tutulmuş balıkları’ pazarlıyor. Kendisini kanlı bir serüvenin içinde bulan bir adamın bu dolambaçlı komedisi, espri ve komiklik yaratmada da hep güvenli sularda yüzüyor, oyun adeta bir ‘Türkiye mozaği’ sunmak istercesine, ülkemiz adına ne kadar klişe varsa onu boca ediyor. Haklı ya da haksız tartışması yapmıyorum, sadece sanatsal bir çabanın olmamasının dikkat çekici boyutta olduğunu anlatmak istiyorum. Garantili iş yapmak kaygısı standartları düşürüyor. Kimi yerlerde gerçekten kahkaha attıran bir oyun olmasına rağmen, bu bir parça lezzet için harcanan çaba biraz fazlaymış gibi.
Oyunu 24 Nisan akşamı galasında izledik. Yine 5 kişiydik. 2 arkadaşımız konuya çok hakimdi, oyunun hem tiyatro hem sinemasını önceden farklı versiyonlarla izlemişti. Kesinlikle beğenmediler, yeni bir şey yok diyerek veto ettiler. Bir arkadaşım Bülent Emin Bey olmasa 2. yarı çıkardım, bana yetti dedi :) . Biz kalan iki kişi ise beğendik. Özetle, duygu ve düşünceler karışık bu müzikli gösteride. Gelelim benim kişisel yorumlarıma:
Benim için, "klasik" şekilde yorumlanmış bir "klasik"in 7 den daha yukarıda bir not alması imkansız. Çünkü şaşırmam, metni eski bulurum ve oyunculukları da abartı. Hal böyle olunca, "standart bir klasik" olmasından mütevellit, teorik olarak olabilecek "maksimum" tatmini yaşadım diyebilirim. Neler çıkarttığım ise ayrı bir başlık konusu.
"Süslü" kelimelerle "aşkın" ifadesine şahit oluyoruz sahnede. Ama günümüz aşklarında "sahicilik" sanki pek "süsle" özdeşleşmiyor gibi. O yüzden buradaki "şairane" sözlerden duyulan aşkı, belki abartı, ya da "gerçekçi" bulmuyoruz. Hikaye, "şimdi" ile konuşmuyor. Ama güzel bir noktaya parmak da basıyor bir ihtimal bu yönüyle. Bir fark ettiriyor tersten. Sanki, içimiz dışımız birleştikçe, özümüz sözümüz dengelendikce, "çok" sözlere gerek kalmıyor. "Aşırılıklar" hayatımızdan çıkıyor. Belki önceden, herşey daha gizliyken, hayal kurmak en büyük hobimizken, yazılanlar daha bir yakalıyordu bizi, ama şimdi herşey elimizin altındayken, hem fiziksel hem zihnen burda, yanyana vücut bulmuşken, ne gerek var "süslü sözlere" diyor insan bi nebze. "Süs" ne kadar gerçek? Bu şey gibi kafamda, "müziğin yolculuğu"na baktığımızda, eskiden çok ağdalı sözlü şarkılar varken, şu anda rap hariç, neredeyse az öz ifadeler çekiyor bizi, bilemedin sözsüz teknolar geleceğe göz kırpıyor gibi. Oyundan bir atıfla, "Seni seviyorum" neyi karşılamıyor ki, "ötesinde bir ifadeye ihtiyacımız olsun"? Kafamızda deli sorularla ayrılıyoruz oyundan. Tabii bu benim şahsi yorumum. Bu anlamda, "eski"yi göstermekle içimizdeki "yeni"yi fark ettiriyor diyebilirim.
Ha dekora gelince. Oldukça göze hitap ediyordu. Görsel show gibiydi arka perde ama konteksle bağdaştıramadım. Şehirde geçen bir hikayenin, orman efekti altında olması, sanki bir tuhaftı. Ama yine de beni bir yerimden yakaladı, bu mantık oyunlarına girmezsem, hoşuma gittiğini belirtmeliyim. Müzikler güzeldi, sözler çok net anlaşılıyordu, ki bu da çok güzel bir şey. Genelde başıma gelmez. Oyunculuklar da pek tatlıydı. Seyirciyle atışmalar, varlığımızı bilmeleri, dört duvar oynamamaları hoş enstantenelerdi. Ayrıca Bülent Bey'e şapka çıkartmamak imkansız.
Son olarak, gala olmasından dolayı, çorbada tuzu olan, sahne önü arkası herkes sahneye çıktı. Onca kişinin emeğini görünce, insan etkilenmiyor değil. Tebrik ediyorum. Alkışı bol olsun.
Oyunun ikinci temsilini izledim. Evet, metin bir klasik. Kostümler ve olay geçmişe dair. Provalara ait fotoğraflardan oyunun günümüze uyarlanmasıyla güncel bir Cyrano hikayesi izlemeyi bekliyordum. Ki DasDas çoğu oyununda bunu iyi kotarıyor. Yine de Roxane karakterinin toplumsal cinsiyet eşitliğine ve kadın haklarına ilişkin söylediği birkaç önemli cümlesi var.
Oyuna dair üzüldüğüm bir taraf bu oyun daha çok Bülent Emin Yarar'ın sanatta 30.yıl albümüymüş de onu alkışlamaya gelmişiz gibi hissettirdi. İzleyicide de böyle bir algı oluştu. Ki Bülent Emin Yarar hayranlık duyduğum bir sanatçıdır. Nitekim kendisi daha önce de Cyrano'yu oynamıştı. Seyirciler arasında "Aa ben bu oyunu şu zaman izlemiştim 3.5 saat sahnede Bülent Bey durmadan hareket ediyordu. Acaba hala aynı mıdır? Yaşlandı tabi." gibi söylemlerle "Bakın sizi unutmadık." diyormuşçasına emekli tiyatrocu sevindiriyormuş algısıyla oyun izleyenlere üzüldüm ama maalesef oyunun sunumu da bu algının oluşmasına müsaitti. Oyuna böyle yaklaşılmasını, kolektif bir sanat çalışmasının tek kişiye indirgenerek ele alınmasını doğru bulmadım.
Devlet ve şehir tiyatrolarında alınabilen ödeneklerle pek tabi ki harika dekorlar yaratılıyor ama bu durumun da özellikle klasik metinlerin sahnelenirken oluşturulan dekorların tek tipleştirilmesine neden olduğuna şahit oluyoruz. Özel tiyatrolar bu bütçe sıkıntısı dezavantajını avantaja çevirerek ekonomik ama çok yaratıcı dekorlar yaratabiliyor. Bu sebeple özel tiyatrolardaki esnekliğe alabildiğince yaslanmak lazım. Hasılı, ben artık Bülent Emin Yarar'ı elinde fröle, kafasında fötr ile izlemek istemiyorum giysin tişörtü kotu onunla oynasın ama oyunun formu buna izin vermeli. Bu da yazar ve yönetmene kalıyor tabi.
Oyuna dair en iyi yönün ışık tasarımı olduğunu düşünüyorum. Dekor konusunda; sade bir dekor perdeye yansıtmalı projeksiyon kullanımı çok çok iyi karton arka planlara göre daha derin, gerçek hissettiriyor. Ama Paris'teyiz Fransa'nın kırsalındaymışız gibi bir arka plan bence de uygun düşmemiş. İlk temsillerde ezber unutulması gibi şeyler yaşanır bu temsilde hiç karşılaşmadım. Oyunun müzik direktörü mor ve ötesi solisti Harun Tekin, akılda kalıcı bir şarkı veya müzik yoktu bence.
Her şeye rağmen, bu oyun tarihe düşülmüş bir mektuptur açıp okumalı.
39 Buçuk Basamak / Tiyatroadam