Umut’un kendiyle, geçmişiyle ve dünyanın ona biçtiği rollerle hesaplaşması o kadar tanıdık ve o kadar içimize işliyor ki sahnede izlediğimiz şey yalnızca bir karakter değil, hepimizin içindeki çatlaklar oluyor.
İstanbul’dan Berlin’e uzanan yolculuğu fiziksel bir taşınmadan çok daha fazlası; bir kopuş, bir yüzleşme, “normalleştirilme” baskısına karşı bir uyanış.
Oyun, “düzeltilmesi gereken biri” olmanın ağırlığını o kadar gerçek bir dille anlatıyor ki, Umut’un iç sesi bir noktadan sonra seyircinin kendi iç sesiyle karışıyor. Zamanın lineer olmadığını, geçmiş–şimdi–gelecek üçgeninin aslında sürekli birbirine dolandığını çok şiirsel bir şekilde gösteriyor.
Belirsizliğe adım atmanın, durmaya zorlanan bir akışa yön vermenin, dünyayı değilse bile kendi gerçekliğini değiştirmeye niyet etmenin cesaretini hissettiren bir deneyimdi.
Umut’un dediği gibi: “Hem nereye gideceğimizi bilmiyoruz hem de geç kalıp kalmadığımızı…”
Tam da bu yüzden, bu oyun insanı en çıplak haliyle yakalıyor.
Filler ve Karıncalar / Cihangir Atölye Sahnesi