Daha önce Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları, Duru Tiyatro gibi topluluklarda oyuncu ve yönetmen olarak görev yapan Yeşim Ceren Bozoğlu, son 19 senedir dizi ve filmlerde oyunculuk yapmakta aynı zamanda profesyonel oyuncu koçluğu ve eğitmenlik yapmakta.
Kendisini sahnede hiç seyretmediğim için sosyal medyada Umut Demirkır‘la birlikte “Bir Kurbağanın Anatomisi” adı bir oyun yazdığını ve hele de bu oyunun sevgili Cenk Tunalı'nın yönetmenliğinde ve Kılçık Mekan'da sahneleneceğini okuyunca çok sevindim. Bu akşam da çok kalabalık bir seyirci ile prömiyer oyununu seyrettim.
Bilirsiniz, kurbağa ile arkadaş olan hükümdar kızı, bir gün gölde oynarlarken kurbağa ayağını incitince kız onu onu eline alır ve öper.
Küçük, yeşil kurbağa da birden çok yakışıklı bir prense dönüşür.
Barkovizyon görüntüleri eşliğinde beslenen performansta sevgili Yeşim Ceren Bozoğlu da kimi zaman dans ederek, kimi zaman şarkı söyleyerek 25 farklı karaktere can verirken, oyunda Adem ve Havva’dan başlayan kadın erkek ilişkisini, ana kuzusu, maço vb. çeşitli erkek tiplerini; kurbağalar olarak betimleyerek seyirciye aktarıyor. Bakalım her öptüğümüz kurbağa prens oluyor mu?
İki perde boyunca seyirci tamamen sahneye konsantre olmuş durumda, şarkılara eşlik ediyor, oturdukları yerde oynuyor. Sevgili Yeşim Ceren Bozoğlu da arada "Hemşirem" dediği bayan seyircilerden destek alarak adeta erkeklerden intikam alırcasına mizahla da olsa erkeklere giydiriyor(!)
Oyun sonrası sevgili Yeşim Ceren Bozoğlu'na müthiş sahne performansı için ve de sevgili Cenk Tunalı'ya o güzel Kılçık Mekan için teşekkür ettim.
Dönüş yolunda da karar verdim, hazirandaki oyunlardan birine arkadaş gurubumla gelecek ve bu akşam imrenerek baktığım yan masadakiler gibi hem şarkılara eşlik edip hem de oynayacaktım.
17 haziranda gurupla tekrar gittim, ve kurtlarımı döktüm sevgili Yeşim Ceren Bozoğlu performansında
Üst üste izlediğim kitap uyarlaması klasiklerin üstüne bu akşam bir ters köşe yaşamak istedim ve tercihimi bizden, özgün bir eserden yana kullandım.
Yapı Tiyatro'nun yabancısıydım, oyuncular Mehmet Taşyürek ve oyunun ayrıca yazarı da olan Doğaç Gözüdeli'yi daha önce hiç izlemedim. İmer Özgün sevdiğim bir oyuncu ama mesela ilk kez onun rejisini deneyimledim. Aşina olduğum tek unsur ışık tasarımda Cem Yılmazer idi.
Peşinen diyeyim, bana güzel bir keşif sundular; bu iki genç adamın işlerinin takipçisi olacağım:)
Oyunun adı "O Zaman Küs Ölene Kadar!" Çocukluğumuzun "Al misketlerini, ver misketlerimi", "Bana ne küstüm, oynamıyorum" çağrışımlarını yapan bir isim seçilmiş. İzledikçe ama özellikle finalde, taşların yerine oturması gibi oturuyor isim oyuna.
Salona girdiğimde, öncesinde oyun fotoğraflarını gördüğüm halde, beni karşılayan mezarlık dekoru karşısında etkilendim. Sahipsizlik, geride kalanların imkansızlık ya da ihmalkarlığı gibi durumlar yoksa mezarda kıdemi mermerle çevreleme belirler. En somut şey de ölüm tarihleridir elbette. Bu noktada bizi, kıdemli mevta Kerim Bey ve Seher Hanım'ın ortasına konumlanmış bir taze mezar karşıladı. Yere serpiştirilen çalı çırpı, kozalak detayları olay yerinin gerçekliğini arttırmış. Dekorda sevemediğim tek şey, daha ziyade çocuk oyunu dekoru gibi duran ağaç gövdeleri idi.
Işık tasarımını, kullanım mantığını çok sevdim. Bu kısmı, oyun konusuna değinerek açmak istiyorum:
Oyun, aynı mekanın (mezarlık) farklı zamanlarında geçiyor. İki erkek kardeşin çocukluk döneminden bir günün diyaloğu ile başlıyoruz, aynı iki kardeşin büyüdükleri dönemin bir gecesinde geçen diyalog ile devam ediyoruz. Bu zaman geçişleri oyun boyunca sürüyor ve teknik olarak bunun en net göstergesi değişen aydınlatmalar oluyor. Büyüdükleri dönemin mezarlık sahnesi geceye tekabül ediyor ve o "alacakaranlık kuşağı" hissi veren mavi tonlu loş aydınlatma ve ortama grilik katan, eşlikçisi sisi çok sevdim.
Ortam aynı diyorum ama acaba farklı zamanların, başında diyalog dönen kabri aynı mı? İşte bu ve fazlasını oyuna gidip görmeniz, bu temiz ve şık rejiye yerinde tanık olmanız lazım.
Yansıtılan bu dönem farklılığında, oyuncuların hem oynadıkları dönemi yansıtma hallerini hem de o firesiz, başarılı geçişlerini çok beğendim. Aralarındaki diyalog hepimizde olanın saf hali gibiydi, sahiciydi.
Tema, aile kavramından hareketle "ertelememek" üzerine kurulu. Bir yanıyla yas tutuş içerirken, geniş ölçekte verdiğini düşündüğüm mesaj şu:
Kafka'nın deyimiyle "Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında" O yüzden, üç günlük dünya, hiçbir küslüğe değmez. Zaman çabucak geçip gidiyor, bazı şeyleri geri döndürmek de zor. Sevdiklerimizin kıymetini bilelim, barışmaları ertelemeyelim.
Emeği geçenleri kutlarım. Yolları açık, alkışları bol, oyunları uzun soluklu olsun.
Bir Kurbağanın Anatomisi / Mucizevi İşler