Oyuna dair görüşlerimi belirtmeden önce, yorumları okuyunca fark ettiğim ve beni bir miktar rahatsız eden bir durumdan bahsetmek isterim. Rating/derecelendirme/puanlama sistemi hemen hemen hayatımızın her noktasında yer alıyor. Bazı alanlarda(spor/ekonomi/politika) daha bilimsel metotlarla bir çıktı elde ediliyorsa da daha bağımsız alanlarda(Kültür-Sanat) bu derecelendirme doğal olarak öznel oluyor. Öznel olması da çok güzel aslında böylelikle kendimize özgü bir yaklaşım sunabiliyoruz. Bu sitede de genel olarak tiyatrolar, oyunları puanlamaya açıyorlar. Elimden geldiğince, dış etkilerden bağımsız şekilde ben de puan vermeye/yorum yazmaya özen gösteriyorum. Zira hayat müşterektir, bir tiyatroya bizi çeken izlek başkası için de albenili olabilir, sonra şükür ki hislerimiz var ve hisler dışavurulmalı. Ayrıca eleştiri de çok medeni ve ilerici bir yapı bence. Oyunu puanlayıp yorumlayarak ne hissettiğimizi, tanışıklığımız olmayan fakat ortak zevk havuzunda bulunduğumuz tiyatroseverlere ulaştırabilme olanağımız bulunuyor. Bunu kendimiz için de yapabiliriz elbette, etkinlik günlüğü şeklinde :') İşte bu puanlamanın kaçınılmaz olarak dezavantajlı bir yanı mevcut: Beklenti. Şahsen tercihen yorumları oyunu izlemeden okumuyorum, hatta oyunu izlemeden önce konusuna bile derinlemesine girmiyorum. Bu beklenti mefhumu algılarımıza ister istemez filtre takıyor ve oyunu izlerken habire bunu denetleyip duruyoruz. Beklentinin, handikap olduğunu düşünüyorum, bundan mütevellit de oyunu ya aşırı beğeniyoruz ya da ekstra gömüyoruz. Öte yandan da tiyatro oyununa müşteri-işletme ikiliğiyle yaklaşma refleksi çok irite edici değil mi dostlar? Bunu iki cepheden de söylüyorum. (Tiyatro sahibi-izleyen) Fakat ben zaten o tür tiyatrolara pek gitmiyorum. Tamam kapitalizm artık sınırsız bir yayılım alanına sahip, zihinlerimize bile hakim, her şey piyasalaştı, tüketim toplumunun dişlileri kaçınılmaz olarak bireylerdir ama sanki tiyatroyu bundan uzakta tutabiliriz. Bu arada F. Jameson şöyle diyordu: "Dünyanın sonunun geldiğini hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten kolaydır.” Bugün ortalama bir tiyatro 200-300TL hemen hemen dışarıda bir öğün yemek de bu bedele karşılık geliyor. Ancak tiyatroyla ilişkiyi para verdim hizmet bekliyorum şeklinde kurmak bana garip geliyor. Hele bu hınçla abartılı düşük puan verip tamamen hater yorum girmek bayağı anlamsız. Hayat, nasıl siyah-beyaz şeklinde bir ayrıma göre akmıyorsa, oyunlar da kimine göre renkli-soluk kimine göre de yüzeysel-derinlikli olabilir. Tiyatro izleyicisi müşteri olmamalı müşteri perspektifinden bakmamalıdır. Sürç-i lisan ettiysek affola....
OYUN HAKKINDA YORUMUM:
Oyunu Bahçe Galata'da izledim. Olanakları kısıtlı olmasına rağmen sıcak, içten, çalışanlarının güler yüzlü olduğu bir ortam yaratılmış. Performans her ne kadar 90 dk olarak gözükse de oyun başlamadan önce Yusuf Umut'la tanışıyoruz, adeta onun mahallesine, oturduğu banka çekiliyoruz ki kurgu dünyasına ısınalım ve gerçekçiliğe bir adım daha yaklaşalım. Tek kişilik oyunlarda seyirciyi sahneye çekmek için bu tür teknikler başarılı olabiliyor. Doğaçlama monolog-diyaloglarla seyirciler de artık oyunun bir parçası oluveriyor. Ve ışıklar kapanıyor, oyun başlıyor. Az önce uzaktan baktığımız Yusuf Umut'la artık karşı karşıyayız. Uzun bir yolu, gayri ihtiyari yeni kankanla yürüyecekmişiz gibi. Yüksekten bir giriş oluyor. Sizi içine çekecek, merak uyandıran o yoldasınız işte. Yusuf Umut'un jargonuyla hafiften bir alışkanlık bağı kuruldu, bu bence olumlu bir his uyandırıyor. Güven inşası gibi belki de. Hızlıca hikayesinin arkaplanını dinliyoruz. Yusuf Umut muhakkak sempatik biri. Dağılan bir ailenin içinde çocuk olmakla açılıyor kapı, oyun boyunca Yusuf Umut biraz da bunu sorgulacayacak zaten, aile nedir? Kendine ait bir odası dahi olmayan Yusuf Umut'un dünyaya ve otoriteye sataşmasının ardında istemeden ortasında kaldığı bu sıkışmışlık var maalesef.(oooo edebiyat) Dedesi bir boşluğu dolduran erk görevini bile karşılamıyor daha da kötüsü suratsız, sevgisiz, hödük adamın teki, kendi alanında yaşayıp herif gibi takılıyor. Evin diğer fertleri anne ve anneanne, pek de rahat olmayan çekyatlarında kendileri için biçilen hayata itiraz etmeksizin razı bir şekilde yaşıyorlar. Yusuf Umut öyle biri değil, adını koyamadığı bir derdi var bu evde. Annesinin kabullendiği hayatı kabullenemiyor. Çocuklar, annelerin kabullendiği şeyleri fark edince çocukluktan çıkarlar artık. Kapıyı çarpıp gitmeli ama nereye,, Duvarlar Yusuf Umut'a sınır, sokaklar ise alabildiğine özgürlük. Okul onun için daha geniş demir kapılar, yüksek duvarlar vs. özetle okul da bir farklı iktidar alanı. Kılmış tüymüş, kravatmış hepimizin ergenlik yıllarında iyi kötü karşısında cephelendiği şeye karşı asice atarlanıp okuldan da kopuyor Yusuf Umut. İnternet cafe dönemi bol durumlu ve bol acı dürümlü geçiyor. Çekyatlarla mücadelesi sonsuza dek sürecek tabii. Yavaş yavaş Yusuf Umut'un karakteri şekilleniyor sansak da yine savruk, toy bir şekilde farkında olmadan arayışlarda aslında. Bence oyun boyunca tempoyu koruyan bu arayış, Yusuf Umut'un bir şey olmaya çalışması. Çünkü N'olcak bu Yusuf Umut'un hali... Kapıyı çarpıp gitse de Yusuf Umut'un ait olduğu bir ev var. Arada sırada oraya gidiyor serotomim salgılıyor, içine attığı kızgınlığı ve sevgiyi annesine karşı dile getiremiyor. O yaştaki bir ergen için ne ağır bir yük. Özellikle oyunun ilk kısımlarında ev ile temaşamız bir hayli fazla evin dışından evin içine giriyoruz. Bana kalırsa bu da oyunun güçlü bir yönü. Ev ile hesaplaşmamız lazım. Yusuf Umut bizim elçimiz oluyor, artık yoldaştan öte bir ilişkimiz var. Yusuf Umut'un gülüşlerinin çoğaldığı, içinde çiçeklerin açtığı Nina sekanslarını çok sevdim zira Yusuf Umut'un "işte tam aradığım ortam kanka" dediği yer belki de Nina'nın sınır tanımayan, anarşist, aykırı, punkçı zihni ve yüreğiydi. İşin aslı öyle değildi Yusuf Umut kendini dolaştırıyordu ve çok ferah bahçelere açılan bir manzarayı gördü, onu sevdi fakat ona dahil olamazdı. Kimse kimsenin sahibi değildir kankam, bu manzaranın içinde de sana ev yok be kankam. Nina'nın herkese ait evi, ev hapishanedir dostum kabulünü farklı bir evreye taşımıştı. Yusuf Umut'un bu dönüşümü gayet doğal yansıtıldı, beğendim. Bir sigara iki bira, çekyatların yerini almış belediye bankları, Yusuf Umut savrulmaya devam ediyor hala. Padişah da olsa soldan döner ilkesini benimsememekle pek de iyi yapmadın be kanka, cigara bir cigara daha, yaşasın paylaşımcı ve dünya vatandaşlarına ait vatan. Beyaz atletle Miraç, Yusuf Umut'u sanki aramış da bulmuş gibi. Artık çekyat yok, yer yatağında küçük ama düzenli bir dünya. Her şey kendi kural aleminde ve basit. Ev, ailedir kardeşim. Kardeş de ailedir. Hiyerarşi ve kural bir miktar da erkek müziği tekno. Kural varsa yaptırım da vardır. Damda da olsan tepende mavi gökyüzü altında güzelim İstanbul da olsa bunun bir bedeli var. Kıl testere iz bırakır, sözler yürek burkar. Yusuf Umut'un evi burası değil, bu eve de ait değilmiş ruhu. En iyi bildiği kapıya dayanmaktan başka çaresi kalmadı. Yanında isimsiz bir pitbull, geride Nina, Miraç, sayısız çekyat. Ve şimdi en sevdiği eve kavuşuyor Yusuf Umut, annesinin omzu. Sırtında kaçıp durduğu sınırlardan yapılma bir halı, hababam uyu be kankam. Yusuf Umut'un hali hala belli değil. İsmini bilmediğimiz yaşayıp giden milyonlarca ilkgençten biri aslında Yusuf Umut. Sonra devlet baba yine kendini gösteriyor. Askerlik vakti gelip çatıyor. Adam olacak Yusuf Umut. Oyunda burayı anlatsam mı anlatmasam mı diye şüpheye düşüyor. Bana kalırsa askerlik kısmı biraz törpülenebilirdi. Parmaklık ardında olduğu yerler biraz kopuktu sanki. Ama bence burası da senaryonun sosyolojik bağlamı bakımından önemli bir yerdeydi. Foucault'u anlamda iktidar mekanları tek tek sıralanıyordu. Geniş anlamda ev, okul, hapishane, askerlik, hastane. Oyuna dönersek birden hava değişiyor. Dede kötü karakterinden arınıyor ve torununu "kurtarıyor" burası biraz güdük geldi bana. Araba yolculuğu sırasında annenin sınırlara mağlup olma durumunu daha yakından gözlemliyoruz. Hepimizin bir şeyleri yaktığı bir şeyleri yakamadığı fikri filizleniyor alakasızca zihnimde. Ve oyunun sonunda eve dönüş, kınalı saçlarıyla anaçlığın timsali anneanne, şeker hastası anne, arınan dede hepsi tek bir evdeler. Yusuf Umut başladığı eve döndü ama orası artık eski ev değil içindekiler de aynı insanlar değil. Arayış, dönüşüm ve yolda olmaklıkla devam ediyor. Fakat sorumuz hala güncel: "N'olcak Bu Yusuf Umut'un Hali". Yusuf Umut herkesten bir şey toplayan, varoluşu deşen hayatın toplamından ve kesişiminden hemhal bir karakter. Kızamıyorsun kerataya, onu öylesi bir akışta kabulleneceksin. Mevlana gibi mi? Aynen dostum Mevlana gibi. Oyunun kuyu metaforu etrafında sürekli yenile yenile sürüklenmesini ustaca buluyorum. Başkasının kendini aramasında kendimizi bulmak yeri geldiğinde de tanrısal bir bakışla ona müdahil olmak istemek etkili bir deneyimdi. Kavramları eğitimle öğrenmiyoruz. Hayat bir yolculuktur ve deneyimlerimiz içinde bulunduğumuz koşullara (bir sürü sosyolojik ve ekonomik yapı) paralel olarak yaşıyor ve algılıyoruz. Sanatın bu yönü de bizi çekiyor. Oyun, kendini izlettirme hususunda bir hayli mahirdi. Zamansal olarak bir noktadan sonra insanların odakları kayabilir belki bu yönden bir eleştiri getirilebilir. Oyunculuk hususunda Hakan Emre Ünal çok başarılı ve akıcı bir performans sergiliyor. Dekor çok sade ve basitti, bu oyunda biraz daha çeşitleme yapılabilirdi sanki ya. Metni de çok beğendim, Alis Çalışkan genç, dinamik ve kuvvetli bir kalem ismini daha çok duyacağız eminim. Sonuç olarak izlemekten çok keyif aldığım, insana yönelik güzel bir oyundu. Tavsiye ederim. Biraz karışık yazmış olabilirim, herkese teşekkürler. Sevgilerimle,,,
N’Olcak Bu Yusuf Umut’un Hali / Tiyatro Hemhâl