Deneyiminizi arttırmak için sitemizde çerezleri kullanıyoruz. Devam ederek Gizlilik ve Çerez Politikamızı kabul etmektesiniz. Detaylı bilgi için tıklayınız.TAMAM
Oyunun yönetmeni ve yazarı Berk Bergiten’in üç farklı karakteri, belki de gerçekten üç farklı oyuncunun birbirinden bağımsız bir şekilde yorumlayacağı kadar farklı tonda canlandırmasıyla sahnede göz dolduran bir performans sergiliyor. Yaklaşık bir buçuk saat içinde böylesine dinamik kalmak bile oldukça zorken oyunun önemli bir yükünü de sırtlıyor. Hikayenin akışı dışında, kişilikleri arasında bölünürken farklı yüzler altında onu seyretmek bile başlı başına bir tiyatro keyfiydi. Hikayesinin ritmini çok iyi koruyan finale yaklaştıkça yüksek tempoya erişen bir oyun görmek isteyenler dışında “tiyatro keşfi” yapmak isteyenlerin de muhakkak görmesi gereken bir oyun.
Bunun yanında Ali Aydın Erduran'ın canlandırdığı Adnan ve Deniz İnanç'ın canlandırdığı Burcu karakterleriyle de İstanbul’un belki de yalnızca arka sokaklarında rastlayabileceğiniz insanların birlikteliklerini sahneye taşımasından dolayı oyunu değerli görüyorum. Katı bir evcimen Adem karakterinin karşısında olan bu ikili hikaye içinde bir kontrast yaratarak da içerisi ve dışarısı ayrımını gösteriyor. Karakterlerin davranışlarının arkasındaki motivasyonları algılamakta, bir seyirci olarak, kimi zaman sorunlar yaşasam da Bölünme’yi Edith Piaf’dan La Vien Rose’yi bol bol dinleyerek deneyimlemek birçok sürpriz dolu bir yolculuğa çıkmak gibiydi.
Sinem Türkkan’ın canlandırdığı ve oyuna da ismini veren Anne Frank’ın Anılar’ı son derece trajik bir çocukluk öyküsünü seyirciye sunuyor. Hemen hemen tüm oyunu sırtlayan karakter seyirci için tüm duyguların kaynağı oluyor ancak Anne Frank’ın aile fertlerini canlandıran İzel Demirhan, Deniz İnanç ve Mert Doğan’ın katılımıyla oyunun daha doğal bir biçime kavuştuğunu düşünüyorum. Oyunun büyük bir kısmında Anne Frank’ın monologları yer alıyor olsa da tüm bu monologlar oyunun ve Nazi Almanya’sının atmosferini hissedemediğimiz kısımlar olmadan duygusallığını yitirirdi. Bu atmosferin hissedildiği ve belki de konuşmaların olmadığı kısımların oyunun en çarpıcı kısımları olduğunu kendi adıma söyleyebilirim. Oyunu seyrettiğim Blackout Şişli Salon’unun oyun için hem avantajlı hem de dezavantajlı yönleri var. Öncelikle zemini ve daha sonra da dört bir kenarını oldukça işlevsel kullanan bir sahneye sahip. Eğer ön sırada oturuyorsanız oyuncularla burun buruna gelme şansınız dahi var. Bu da yüzlerindeki tüm mikro ifadeleri hissetmenizi sağlayacaktır muhakkak. Zeminde var olan her bir dekorun ve daha sonra Nazi saldırıları sırasında gelen yeni parçaları birinci elden deneyimleyebilirsiniz. Hatta oyun bittiğinde o dekorlar ve parçalar içinden geçerek kapıya gidiyorsanız “az önce işte o insanlar bunu yaşadı” diye içinizdeki duyguları yeniden hissedebilirsiniz. Ancak salonun dolu olduğu günlere denk gelirseniz çok kenarda kalıp oyunun önemli kısımlarını kaçırma ihtimaliniz de yok değil. Bu da seyir kalitenizi ne yazık ki aşağıya çekecektir.
Bölünme / Skala