Canım Orhan Veli, Dalgacı Mahmut’u yazarken tam da şiar edindiği –Garip akımının tamamında olduğu gibi-, süslü benzetmelerden, ağdalı cümlelerden arındırılmış, dosdoğru ve tertemiz gerçekliği kelimelerin sade gücüyle anlatıvermiş ya hani işte bu tiyatro oyunu da aynı hamurdan karılmış, bir tür garip akımı müdavimi sanki. Biraz ironik, biraz komik, biraz hüzünlü, biraz pütürlü, yekten samimi, yekten insani…
“Çok güzel ya, çok güzel… Benim aradığım ortam bu.”
Tiyatro Hemhal –kosmos onları korusun– ortaya koyduğu işlerle önemli bir boşluğu dolduruyor bence. Gündelik hayatın içinden sahneye taşıdıkları güçlü-naif karakterler ve haller, abartısız sahne düzenlemeleri, bu sadeliğin içinde zekice kurguladıkları ışık ve dekor ile izlediğim önceki oyunlarında ve bu oyunda da kalbimi çaldı. Tüm karakterler sanki aynı mahalleden, sanki biz de –özellikle de ekibi sıkı takip edenler olarak sanırım- mahallelileriyiz.
Yusuf Umut mesela Sevgili Arsız Ölüm’ün Dirmit’iyle tanışsa çok iyi anlaşırlar, kesin. Karakterlerin bu denli aynı dili konuşabilir olması bence tatlı bir bütünlük; belki bu işin profesyonelleri aynı örüntü-aynı söylem diyerek ekibin tekdüzeliği olarak yorumlar, peşinen söyleyeyim bence değil.
Şimdi biraz size ‘an’dan aynalama yapayım: Tiyatro salonuna –ben Moda Sahne’de izledim oyunu- girdiniz, yerinizi bulma telaşındasınız. Bir güleç meczup elinde kola kutusu sahne civarında dans ediyor. Gökkuşağı renkli çoraplarının içine sokmuş pantolon paçalarını, üzerinde yıpranmış bir deri ceket, elinde bir cep telefonu –müzikli ve ışıklı. Gelene geçene de laf atıyor. Sonra herkes yerleşiyor, ışıklar kapanıyor, oyun başlıyor; tanıtıyor kendini bu sevimli genç adam. Yusuf Umut’muş adı. Yaşı 32. Bir ışık oyunları, bir atraksiyonlar, “vuhuuu”lar. “Anlatsa roman olacak” bir hikâyeyi hayat diye yaşadığından ve yazmak yerine anlatmayı tercih ettiğinden işte sahnede karşımızda Yusuf Umut. Uzun, yoğun, dinamik –hakikaten saniye es vermeden, azıcık düşmeden dinamik- bir performans sahneleniyor önünüzde. Dramatik, tekinsiz fakat anlatıcısının size ulaştırdığı halet-i ruhiye sayesinde inanılmaz naif bir hikâye… Bir bank, bir patiska brandanın olduğu, fotoğrafta boş sahneye bakarken türlü türlü mekânlara giriyorsunuz. Karanlık, aydınlık, kalabalık, yalnız, kuytu, ulu orta… Bir aidiyet sorunsalı olarak bir çekyattan nefret etmeyi deneyimliyorsunuz. Çekyatları kırıp atan genç adamın “yatacak yer” bulma umudu-umutsuzluğuyla boynunuz bükülüyor. Bir oğlan çocuğunun annesine karşı duyduğu aşk, tepki çelişkisine tanık oluyorsunuz. Onca anlatı arasında bu çekyat ve anne-oğul ilişkisini niye özellikle cımbızladım bilmiyorum. İzleyin bakalım sizin zihninize en çok oyunun hangi öğesi kanca atacak?
Tek kişilik oyundaki bu korkutucu düzeyde yüksek performansı, oyunun fikir babası da olan Hakan Emre Ünal sergiliyor. Oyun metnini de Hakan Emre Ünal ile Alis Çalışkan beraber yazmış. Ayşe Draz ile Nezaket Erden –benim için nam-ı diğer Dirmit- ise oyunun yönetmenleri. Çemberi kapatacak olursak, ilk cümleme göndermeyle; süsten, ağdadan uzak dopdolu bir anlatım ve sadelik içinde zengin bir sahnelemeyle ne hoş bir ‘garip akımı takipçisi’ olmuş bu oyun. Emek verenlerin her birine ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum.
Son bir not, gelecek sezon oyunu bir daha izlemeyi düşünüyorum. Hamuru pek güzel karılmış. Bence oynandıkça daha da lezzetli düzenlemeler eklenecek.
N’Olcak Bu Yusuf Umut’un Hali / Tiyatro Hemhâl