35. Heidelberger Stückemarkt Tiyatro Festivali’ndeki “Konuk Ülke: Türkiye” Değerlendirmesi
Facebook’ta Paylaş TweetleFestivalin Almanya ve Türkiye programını hazırlayan küratörler, bu yıl davet ettikleri oyunların ağırlıklı olarak demokratik strüktürleri ve bireysel özgürlükleri konu edindiğini ve tartıştığını belirtiyorlardı. Konuk ülke olarak Türkiye’nin seçilmesinin nedeni ise, ülkedeki politik ve ekonomik kriz ortamına ve kültür üreticilerine uygulanan baskıya rağmen İstanbul’da yaşanan canlı ve üretken tiyatro patlamasının yansımasını Almanya’da birinci elden deneyimleme isteği olarak açıklanmıştı. Tam da bu nedenle, festivalin “Konuk Ülke” programları genellikle üç yapımdan oluşurken, bu yılki Türkiye programı geniş tutulmuş ve beş yapıma yer verilmiş; hem İstanbul’daki çeşitliliği gözler önüne sermek, hem de tartışma ortamını geniş bir çerçeveye yayabilmek için.
Konularıyla günümüz Türkiye toplumunun hissiyatına içerden bakan ancak biçimleriyle evrensel estetikleri yakalayan iki yapım “Seni Seviyorum Türkiye” (Ceren Ercan) ve “Işık Teorisi” (Onur Karaoğlu), Türkiye tiyatrosunun son yıllarda gittikçe güçlenen bir damarı olan hikaye anlatıcılığına yetkin bir örnek “Dirmit” (Latife Tekin-Hakan Emre Ünal-Nezaket Erden), biçimsel olarak geleneksel Ortaoyunu ile Batı’nın bulvar komedisini harmanlayan “Meçhul Paşa” (Ahmet Sami Özbudak) ve ele aldığı varoluşsal tema ve özgün estetiğiyle “İki” (Semih Fırıncıoğlu) günümüz Türkiye tiyatrosunun geniş ve renkli yelpazesinden seçilmiş yapımlardı.
Konuk ülke yazarları arasında düzenlenen Uluslararası Yazar/Metin Yarışması’nın üç adayı da yine farklı konuları farklı biçimlerle ele alışlarıyla Türkiye yelpazesinin bir parçası oldular. Üç metin de olgun, yapısal olarak güçlü ve sadece günümüz Türkiye toplumunun değil, genel olarak günümüz toplumlarının yaşadığı duygulara ve durumlara dair fikir verici ve zihin açıcı idi.
“İçimdeki Yangın” adlı oyun metninde Halil Babür, apokaliptik bir atmosferde varolmaya çalışan protagonistlerin yaşadıklarını zamanda ve mekanda parçalayarak ama bunları bomba leitmotifiyle birbirine bağlayarak anlatır. Babür’ün metni birçok şeyi parmakla işaret etmeyip belirsiz bırakarak ve daha çok imalar kullanarak distopyaya hakim olan koyu ve kesif güvensizlik ve kaybolmuşluk duygusunu ustaca okuyucuya geçirir. Heidelberg’de metnin zaman sınırlamasından dolayı (40 dakikalık okuma tiyatrosu için) kısaltılmış olması ne yazık ki Babür’ün yaratmayı ve dinleyiciye geçirmeyi amaçladığı atmosferi ve duyguyu sekteye uğrattı.
“İsli Yaprak Sarması”da Fatma Onat, bir evde yaşayan üç kadının hikayesini metaforları güçlü bir anlatımla ortaya serer. Örneğin, protagonistlerden birinin adı Yaprak’tır. Oyun metninin okuyucuya/dinleyiciye geçirdiği daha da kuvvetli bir duygu; yaprak sarmasında yaprağın, içindeki harcı sıkıştırıp sarması gibi kadınların da içinde yaşadıkları toplum tarafından sıkıştırılmış, dar bir alana hapsedilmiş olmalarıdır. Onat’ın oyun metni yapısal olarak monolog ile diyalog arasında gidip gelen bir belirsizlikte; kadına karşı şiddeti ve günümüz gündüz kuşağı programlarının mütecavizliğini kadınlar arası dayanışma ekseninde tartışır. Heidelberg’deki okuma tiyatrosu versiyonunda bana göre yanlış kast seçimi yapılmış olması metnin derdinin dinleyiciye geçmesini zorlaştırdı.
Ömer Kaçar’ın “Misafir” adlı oyun metni Heidelberg’e, GalataPerform’un Ekim 2018’de düzenlediği 7. Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali’nde “Yılın Metni” ödülünü almış olarak geldi. Kaçar’ın metni evrensel bir bakışla günümüz Dünya’sına hakim olan yabancı/öteki düşmanlığını, yükselen faşizmi ve medyanın asılsız haber üretimini absürd bir mizahla ele alıyor. Kaçar’ın metninin bana göre vurucu özelliği bütün bunları çekirdek aileyi ve aile içinde yaşanan, sıradan faşizm benzeri bir sıradan şiddeti merkeze alarak anlatması. Heidelberg’de çok başarılı bir kastla gerçekleşen okuma tiyatrosunda metnin dinamik temposu ve canlı ritmi bütün nüanslarıyla ve mizahıyla dinleyiciye geçti.
Türkiyeli yapımlar üzerinden Türkiye tiyatrosunu, günümüz Türkiye’sinde tiyatro yapabilmeyi, Türkiye tiyatrosunda farklı tiyatral ve estetik yaklaşımları tartışmak için heyecanla bekleyen sadece Heidelberger Stückemarkt küratörleri değildi. Heidelberg’e Türkiye’den davet edilen neredeyse bütün yapımların üreticilerine sorduğumda ilk söyledikleri, oyunlarının Almanya seyircisi tarafından nasıl karşılanacağına dair merak ve ardından gerçekleşecek soru-cevap seanslarındaki tartışmalara dair heyecandı. Almanya seyircisi Türkiyeli tiyatrocuların beklentilerini boşa çıkarmadı. Her yapım sonrasında gerçekleşen soru-cevap seansları en az birer saat sürdü. Seyircinin büyük kısmı tiyatro seyretmeyi ve tartışmayı hayatlarının vazgeçilmez bir parçası haline getirmiş orta yaşlı ve yaşlı Almanlardan oluşuyordu. Ancak salonları onların yanı sıra, genç Almanlar ile birlikte Türkiyeli ve Türk asıllı seyirciler de doldurdu. Soru-cevap seanslarında her yaştan, her kökenden seyirci söz alarak kah polemik kokan, kah provoke eden, kah samimi, kah coşkulu görüşlerini bildirdi, merakla ve anlamaya çalışarak sorularını sordu. Sadece Türkiye programında değil, festivalin genelinde her gösteri ve her metin okuması ardından gerçekleşen soru-cevap seansları oldukça hararetli ve verimli tartışmalara sahne oldu, heyecanlı ve neşeli geçti.
Bakırköy Belediye Tiyatrosu yapımı, Ceren Ercan’ın yazdığı Yelda Baskın’ın yönettiği “Seni Seviyorum Türkiye” Türkiye programı çerçevesinde gösterilen ilk yapımdı; vurucu metni ve dinamik mizanseniyle festivale damgasını vurdu, sonraki yapılan her tartışmada, her ayaküstü sohbette nirengi noktası oldu. Ercan’ın metni, son yıllarda gelişen siyasi olaylar neticesinde günümüz Türkiye toplumundaki yarılmaların açığa çıkardığı “kalmak”, “gitmek” ve “saklanmak” tercihlerine yoğunlaşan bir üçlemenin “kalmak” temalı ilk halkasını oluşturuyor. Baskın’ın rejisi ise dinamikliği, performatifliği ve enerjisiyle seyircinin dikkatini her daim diri tutuyor. Bu nedenle ki, oyun sonrasında birçok Alman seyirci; metin ağırlıklı olmasına (yani mütemadiyen üstyazı okumak zorunda kalmalarına) rağmen oyunun hissinin ve anlattıklarının bütünüyle kendilerine geçtiğini, benzer durumların eski Doğu Almanya’da da yaşanmış olduğunu, oyunda konu edilenlerin onlara çok tanıdık geldiğini ve bütün bu nedenlerden dolayı da çok etkilendiklerini ve Türkiye halkı ile dayanışma hissi içinde olduklarını söylediler. Alman seyircilerin bu yorumları ile Ceren Ercan’ın bu yapımın İstanbul’da sahnelenmesinin esas motivasyonu olarak açıkladığı; Türkiye’de gittikçe yalnızlaşan, kamusal alanda sessizleşmeye itilen ve umutsuzluğa kapılmaya hazır belli bir kesime “Yalnız değilsiniz!” duygusunu hissettirmenin birebir örtüşmesi, kanımca “Seni Seviyorum Türkiye”nin seyirci tarafından evrensel olarak doğru bir noktadan alımlandığını kanıtlıyordu ve bu açıdan umut vericiydi.
Gerek gösteri sonrasındaki soru-cevap seansında gerekse ertesi sabah Türkiye tiyatrosunun tartışıldığı Theaterlunchetkinliğinde gelen soru ve yorumlardan Almanya seyircisinin ve tiyatrocularının en çok şaşırdıkları noktanın; oyunların yasaklandığı, tiyatrocuların ve kültür-sanat insanlarının hapse atıldığı bir Türkiye’de bu yapımın nasıl oynanabildiği, nasıl yasaklanmadığı idi. Yönetmen Yelda Baskın bütün baskı ve yıldırmalara rağmen kendini ifade etmenin böyle zamanlarda insanın ayakta kalabilmesi için gerekli olduğunu belirtti ve bu yapım için “Politika yapmayan, politik tiyatro olmayan ama politik olan bir oyun” tarifini yaptı. BBT Genel Sanat Yönetmeni Alican Yücesoy ise, bu ve kurumun başka yapımları hakkında soruşturmaların olduğundan bahsetse de, Yücesoy’un Almanyalı seyirci ve eleştirmenlerin şaşkınlıklarına dair dikkat çektiği esas nokta; onların bu sorularla, Batı ile Doğu arasında politikacı ve medyanın beslediği önyargılarla yaratılmış uzaklık tuzağına düşüyor olmaları idi.
Ercan, Baskın ve Yücesoy’un yanı sıra, sanırım Heidelberg’deki karşılaşmalarda üreten ve seyreden herkesin ortak görüşü; halklar olarak ancak siyasetçilerin ve medyanın Batı ile Doğu arasındaki ilişkileri kısıtlayan ve belli klişelere indirgeyen bakış açılarından kurtulduğumuzda, birbirimizi tanımaya ve anlamaya başlayabileceğimiz idi.
Neyse ki oyun sonrası topluluklara gelen sorular sadece politik konularla sınırlı değildi. Örneğin “Işık Teorisi” ve “İki” adlı oyunlarda seyirci daha çok oyunların nasıl ortaya çıktıklarıyla, yazar-yönetmenlerin çalışma şekilleriyle, oyunculuk yöntemleriyle ve estetik biçimleriyle ilgilendiler. Bu da aslında Almanya seyircisinin tiyatro sanatına bakışındaki perspektifin genişliğini kanıtlıyordu. “Işık Teorisi” güncel, şiirsel ve yakıcı metninin yanı sıra, oyun alanında yarattığı mekansallık, zamansallık ve çok katmanlılıkla da seyirciler tarafından övgüyle karşılandı. “İki” sadece ortaya serdiği durumların evrenselliğiyle değil, Robert Wilson ve Pina Bausch estetikleriyle ilişkilendirilerek şiirsel görselliği ve ışık oyunlarıyla da seyircinin dikkatini çekti.
İstanbul’u -ve Suriye’yi- terk etmek zorunda kalanların anlatıldığı “Işık Teorisi”ni seyredenler arasında vatanlarını terk etmek zorunda kalmış insanların olması, “Seni Seviyorum Türkiye”nin karakterlerinin oyunun bir sahnesinde, Yakın Doğulu mültecilerin ve iltica edenlerin en çok tercih ettikleri ülke olan Almanya’nın vatandaşlarının bizzat burunlarının dibine giderek “Beni alın!” “Beni alın!” diye yalvarmaları; Türkiye’den gelen yapımların belli bir coğrafyanın ötesinde, ne kadar zamanın ruhunu yakaladığının, aktardığının, günümüzün nabzını tuttuğunun ve evrensel olarak “şimdi ve burada”yı anlattığının kanıtı gibiydi; bu örtüşmeler/çakışmalar Türkiyeli bir seyirci/blogger/eleştirmen olarak benim açımdan çok etkileyiciydi. Belki de esas bu çakışmalar sayesinde son yıllarda politikacıların ve medyanın ördüğü duvarlara küçük de olsa, festivalin Türkiye programı küratörü Gülhan Kadim’in deyişiyle, delikler açılabildi; Türkiyeli tiyatrocular ile Almanyalı seyirciler duvarlara açılan bu deliklerden birbirlerine fısıldama ve dokunma imkanı bulabildiler.