Oyunu 02.12.2022 tarihinde Cihangir Atölye Sahnesi’nde seyrettim. Şu an bu cümleyi 03.12.2022 04.30’da yazıyorum. Bazen böyle olur. Bir şeyleri söylemek için daha fazla beklemek istemez insan. Bu oyunu seyrettikten sonra da böyle hissettim. İyi bir seyirci olduğuma inanırım. Senede ortalama kırk oyun seyrederim. Uzun zamandır bir hikâye böylesine elimden tutmamıştı benim. Nasıl anlatsam… Çocukken gördüğüm ilk müsamere gibiydi. Ben ellerimi kucağımda kavuşturmuş, olacak olanın olmasını beklerken gerçek olamayacak kadar güzel geldi olup biten. Bütün coşkumla seyrettim ve bitmesin istedim karşımda hareket eden…
Koşar adım geliyorum, oturuyorum sahneye. Bir broşür veriyorlar bana. Elime alır almaz bir kelime çarpıyor gözüme: “Duyulmak!” katlayıp çantama koyuyorum. Hâlâ da bakmıyorum ne yazdığına. Hiç duyulmamış bir çocuk olarak nefesimi tutup bekliyorum Melek Ceylan’ın anlatısını. Prömiyer yaptığı günden beri seyretme listemde olan bu oyunu bu kadar beklettiğim için dudak büzüyorum kendime.
*Oyunun aklıma kazınan bir sürü an’ı var. Bazı cümleleri de kırpıp aldım cebime. Onları buraya yazmayacağım. Seyir-eylemek lazım.
Bir tiyatro sevdalısı olarak bayıldım camın arkasında olma fikrine. Hani bazen bir şey görürsünüz ve “Ah ulan, bu benim aklıma nasıl gelmedi ya?” dersiniz ya. Öyle biraz. Şunu da yadsımamak lazım: her aklına gelenin cesaret edip yapabileceği bir iş yok sahnede. İnce delikli elek. Üstünde kalanın da altına düşenin de sebebi var. Var.
Hikâyenin kahramanı Melek Ceylan. Melek. Sahneye girdiği andan itibaren vücudunun her zerresiyle ama en çok gözleriyle konuşan bir kadın. Yaşayan bir kadın. Anlatan bir kadın… Hem bir yabancı hem de çok tanıdık bir kadın.
Oyunun köşe taşları o kadar iyi yerleştirilmiş ki dâhil olduğunuz hikayenin bir parçası olmaktan hiç korkmuyorsunuz. Metin, kurgu, dramaturgi kararında; hareket düzeni şahane; oyunculuk o kadar naif ki... Ajite etmeden, dramdan prim yapmadan, neşesiyle hüznü tek tavada kavuran bir oyun On İkinci Ev.
Otobiyografik bir oyun olduğu doğru. Ama bu sadece Melek’in değil, Türkiye gibi canına kıran girmiş bir ülkede kendini yaşamaya çalışan her kadının otobiyografisi…
Oyunda bir an şunu düşündüm: “O kadar iyi ki hiç konuşmasa da onu anlardım.” Bedenin ve anlatının bütünleştiği oyunlarla karşılaşmak çok memnun ediyor beni. Giorgio Strehler’in “Benim mesleğim başkalarına hikâyeler anlatmak. Bu hikâyeleri ille de anlatmalıyım.” dediği yerde duruyor Melek benim için. Yıpranır diye korkmadan kullanıyor çünkü: hissini, bedenini, sesini, yüzünü, gözlerini, gözlerini… Bu yanıyla evrensel bir hikâye On İkinci Ev.
Bir oyuncu olarak feyz aldım pek çok yerde. Teknik anlamdaki tüm zorluğa rağmen – belki havasızlık, kolonya kokusu, bağırmak durumunda kalmak vs.- organik bir oyun seyrettim. Şimdi ve burada’ydı. Oyundan sonra sarıldım Melek'e. O raddedeydi benim için...
Oyunun psikolojik ve sosyolojik olarak iç içe geçmiş, katmanlı bir yapısı var. Pek çok kadın oyunu var sahnede bu sıralar. Kolektif bilincimiz bağırıyor. Umarım duyuluruz: tam anlamıyla ve kulaklar sağır olmadan evvel.
Aklıma Birhan Keskin’den bir dize geldi bu oyundan çıktığımda:
“Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun.
Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!”
Oyun sonrası söyleşi yapıldığı ve üzerine konuşma imkânım olduğu için çok mutluyum. Kendini geliştirmeyi düstur edinmiş ve zaten hâlihazırda geri bildirime açık, yeniliğe açık, denemeye açık bir ekip. Hepsinin eline, emeğine, yüreğine sağlık. Anlatma isteğiniz daim olsun.
Oyun kalbimde demlendiğinde bir kez daha seyredeceğim. Belki iki. Bilemedin üç ya da dört… Ama bu sefer kesinlikle sokakta… 05.24
Şatonun Altında / Fiziksel Tiyatro Araştırmaları