Sanki ruhumuz yıkılmaya yüz tutmuş bir bina, öyle kolay kolay giremezsin içine, çökme tehlikesi var. Onun yükünü biri alsa da omuzlarımızdaki yükü hafifletse. Çıksak bir yolculuğa, bir tramvaya binsek, arzu tramvaylarına, siz adına ihtiras
DEVAMIda diyebilirsiniz. Yolun ortalarına doğru, kalbimizden sırça hayvanlar çıkarsak, teker teker göstersek. “Bunları benim için korur musun?” desek, “Ben çöktüm çöküyorum.” Onu dikkatle alsa, kalbinde saklasa. Kalbimizden gökyüzüne bir merdiven dayasa. Keşke değil mi? Ama işte her zaman öyle olmuyor. Geçen yaz birdenbire, hiç hesapta yokken, kendiliğinden çiçeklenmiş kalbimiz ezilmiş petunyalara dönebiliyor. Ya da bu yaz mıydı, insan hatırlayamıyor. Bina çöküyor, sırça hayvanlar paramparça. Yazın ve dumanın ortasında kalakalıyoruz. “Yahu” diyoruz, “ben Madonna olacaktım, n’oldu?”
Olmadı işte. Olmadıysa olmadı. “Demek iyileşmeyi yanlış yerlerde arıyoruz. Kendimize dönüp baksak?”
Derken tramvaydan indirildiğimiz duraktan yürümeye başlıyoruz. Yokuşlar çıkıyoruz, ama nasıl yokuş. Yağmur başlıyor, yağmur, yağmur, yağmur... Bir kapının önünde duruyoruz, içeride tuhaf bir müzik, bizi içeri davet ediyor: “Gel işte, maksat muhabbet olsun.” Giriyoruz.
DAHA AZ GÖSTER