Daire Sanat, Osman Bozkurt’un 2002’den 2018’e, İstanbul’u ve gündelik hayatımızdaki kırılma noktalarını belgelediği fotoğraf ve video yerleştirmelerinden oluşan ‘TERSİNE DÜNYA’ başlıklı sergisine 15 Eylül 2018’den itibaren ev sahipliği yapacak.
Bir fizik terimi olan ‘paralaks’dan yola çıkan Bozkurt, tıpkı bir cismin yerinin ve
DEVAMI formunun gözlem yerine göre değişmesinde olduğu gibi, izleyiciyi sergi boyunca farklı perspektiflere sahip bir dizi gündelik hayat ve kent manzarasının içine yerleştiriyor. Slavoj Zizek, Paralaks (Encore Yayınevi, 2014) başlıklı kitabında terimi ‘temel bir çatışkının yeni ismi’ (s.5) olarak kavramsallaştırırken aşılmaz bir yarığa göndermede bulunuyordu. Gerçekliğe sınır getiren bu yarık aslında bir ‘aralık’tı, kendi içinde bilme ve eyleme potansiyelleri barındıran bir boşluktu. Zizek’in terminolojisinde, ‘paralaks’ aralarında tarafsız bir ortak zemine imkan vermeyen yakından bağlantılı iki perspektifin yanyana gelmesinin diğer adı olduğuna göre Bozkurt’un çalışmaları bizi şöyle bir soruyla başbaşa bırakmış gibi duruyor: Toplumsal antagonizmin ve sosyo-ekonomik dengesizliğin gittikçe arttığı kutuplaşmış bir toplumda ortak bir dil, ortak bir zemin kalmadığına göre dolayımlanamayacak ya da ortadan kaldırılamayacak olanın yarattığı çatışkıyı nasıl okuyup anlamlandıracağız?
Zizek’in önerdiği paralaks bakış, ‘tersine dünya’ misali, toplumsal dünyamızı okuyup anlamak ve yeniden anlamlandırabilmek için görüşü ve algıyı perspektifsel kaymaların alanına doğru yönlendirir. Bozkurt, Daire Sanat’ın galeri mekânında bir ‘tersine dünya’ kuruyor ve bizi de bu dünyayı deneyimlemeye davet ediyor. Öyle bir dünya ki ortak bir zemine imkân vermeyen iki karşıt perspektifte kutuplaşmış Türkiye toplumunun enstantaneleri adeta ‘paralaks bakış’la sınanıyor, birbiriyle çakışmayacak hayatlar, yaşam biçimleri, ideolojiler, beklentiler ve arzular bir şekilde ilişkilenmeye başladığı gibi aynı zamanda sorgulanıyor.
‘Tersine dünya’ teriminin ikili bir anlamı var. Bir yandan tüm değerlerin içinin boşaltıldığı bir dünyanın korkutucu anlamsızlığına işaret ediyor. Diğer yandan ise bu anlamsızlığı ifşa edebilmek için bu ‘tersine dünya’nın görsel rejimini tepetaklak bir halde önümüze seriveriyor, ondan başka bir ‘tersine dünya’ devşiriyor. Bozkurt’un sergide yer alan ‘tersyüz edilmiş’ fotoğrafik ya da filmik manzaraları neyin ne olduğunu yerli yerine oturtabilelim diye devreye giren stratejik materyaller olarak okunabilir. Elbette ‘tersine dünya’da hiçbir bakış masum değil, hiçbir görüş saydam ve kesintisiz değil. Sanatçı kimimize tanıdık, kimimize yabancı gelebilecek sıradan anları, durumları ve (tarihsel) olayları konum oynamalarıyla görünür ve algılanır kılmak istiyor, gözlem yeri değiştiğinde daha önce fark edilmeyenin nasıl da fark edilebilir olduğunu göstermeye girişiyor. Bakış(ımız) konumsal olduğuna göre en nihayetinde konumsallıklar/ımız sorgulanıyor.
Daire Sanat’ı dört farklı oda olarak ele alan Bozkurt, her bir odayı sergileyeceği işlerin temaları üzerinden isimlendirerek bir zaman şeridi misali yakın tarihimizdeki siyasal toplumsal ve kişisel kırılma noktalarımıza dikkat çekiyor. Oda içinde oda fikri ile kurgulanan sergi ayna içinde ayna mantığı ile çok yönlü ve çok katmanlı bir Türkiye gerçekliğini yansıtıyor. Serginin başlangıç yeri Baş Oda’da dijital teknolojilerin imge üretme biçimimizi olduğu kadar kendilik algımızı nasıl değiştirdiğini cep telefonu satan mağazalarda deneme çekimi yapıldıktan sonra cihazlarda silinmeden bırakılmış selfie fotoğrafların ‘artık değerleri’ (surplus values) üzerinden anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Sessiz Oda’da kamusal mekânın iki farklı tezahürünün ses/sizliği üretme ve kullanma biçimleri devreye giriyor: bir yanda 2000’lerden günümüze önemli siyasal ve toplumsal olayların (mitingler, protestolar, resmi anmalar, törenler vb.) fotoğrafik resm-i geçidi, diğer yanda ise giderek yaygınlık kazanan dua odaları. Kutsal Oda’da bayrağın kent manzarasını işaretleme biçimleri farklı bakış açılarından ve farklı kimlik kurguları üzerinden ele alınıyor. Cam Oda’da, bir dizi video eşliğinde Türkiye’nin farklı kentlerindeki binaların içinden dışarıya doğru bakarken aslında toplumsal belleğimizin kırık-dökük hali görselleşiyor, hatırlamak ve hatırlatmak için geçmiş ile şimdi arasında kurulması gereken kırılgan ve ince bağlar sezdiriliyor. Son olarak, sergi mekânında iki ayrı noktada karşımıza çıkan büyük alçı çerçeveler içine yerleştirilmiş İstanbul kent peyzajı enstantaneleri, Batılılaşma dönemi Osmanlı mimarisinde süsleme sanatı olarak karşımıza çıkan, natürmortların ya da manzaraların resmedildiği duvar resmi geleneğini kendisine çıkış noktası olarak alırken bir yandan doğanın kentsel (ve kitsch) temsilini sorunsallaştırıyor, bir yandan ise Türk modernleşmesinin estetik tahayyüllerine yeniden bir bakışı mümkün kılıyor.
(Metin: Nermin Saybaşılı)
DAHA AZ GÖSTER