Toplumsal baskı, insan varoluşunda kaçınılmaz ve evrensel bir olgu olarak görülebilir. Fakat baskı kavramını bu şekilde evrensel olarak nitelendirmek, gerçekçilikten uzak, karamsar bir hayal gücünün tezahürü olarak da görülebilir. Bu tür mutlak karamsarlık eğilimleri, baskıyı farklı şekillerde hayal etmeyi, heybetli zırhındaki çatlakları
DEVAMIsaptamayı engelliyor. Eğer toplum olarak baskı ve şiddet rejimlerinin değişkenliğinin farkına varabilirsek, yaratıcı üretimi seferber ederek bu rejimlerin işleyişini sabote etmek için bir umut penceresi yaratabiliriz.
Aydınlanma ve modernitenin getirdiği “gerçekleri” kavramaya yönelik saplantı, toplumsal baskı sistemlerinin evrilmesine neden oldu. Bu vesileyle, doktorlar, eğitimciler ve şehir planlamacılar gibi profesyonel uzmanların, toplumların ve bireylerin sağlığı için ortopedik müdahalelerde bulunmaları da teşvik edilen bir duruma dönüştü. Sömürgecilik tarihi boyunca, bu müdahale sistemleri, kendilerini evrensel ilan edip yayılarak başka toplumların işgal ve sömürüsünü meşru kılmak için kullanıldı.
Günümüzde bu evrenselleştirme projesine, dünya çapında yaygın olan “yerli ve milli” olma çabası eklendi. Ulus devleti, yerel kimliğin mutlak teminatçısı olarak gören bu tür çabalar, sömürgeci tahakkümden bir kopmayı değil, aksine devamlılığı işaret ediyorlar. İnsanları gerek evrenselleştirmek, gerekse millileştirmek için uygulanan tahakküm rejimlerinin tümünü, ortopedi başlığı altında topladığımız zaman, bu tahakkümün hangi yönde gerçekleştiği önemini yitirmeye başlıyor.
Bu projedeki amacımız, toplum mühendisliğinin yönleri konusunda taraf tutmadan, ortak bir değerlendirme yapabilmek. Umudumuz, toplumun farklı kesimlerinin maruz bırakıldıkları ortopedik müdahalelerin izlerini topluca gözlemleyebilmek, mağduriyetleri yarıştırmadan paylaşabilmek.
Biz, kültür ve sanat kurumlarının da, kendi alanlarında otorite kurmak sureti ile bu ortopediye iştirak etme riskini taşıdıklarını düşünüyoruz. Bu sebeple de, kuramsal temelimizi yerleşik kanaat önderlerinden uzak, gönüllerimize yakın bir yerde tutmak konusunda hemfikiriz. Bu yüzden Derrida’dan girip Habermas’tan çıkan kısırlaşmış teoriler yerine, kendi varoluşumuzu referans alan yaratıcı üretim süreçleri oluşturmayı hedefliyoruz.
Sanatın farklı disiplinlerinden gelen sanatçılar, ortak ilgi alanları olan baskı ve tahakküm temaları çerçevesinde bir araya geliyor.
Geçmiş ve gelecek arasındaki süreklilik, Didem Erbaş’ın sanatsal duyarlılığında merkezi bir yer tutuyor. Yağlıboyalarında ve yerleştirmelerinde zamansız bir dil kullanan sanatçı, otorite figürlerini şekilsizleştirerek kalıcılıklarını vurguluyor.
Merve Ünsal, birey ve toplum arasındaki mesafeleri alışılmışın dışında performanslar ve fotoğraf teknikleriyle inceliyor. Ünsal’ın işleri, kamusal hayattaki şiddet ve özel hayattaki endişe durumları arasındaki bağlantıları akademik bir araştırma titizliğiyle gözler önüne seriyor.
İşlerinde hikayesel kurgulardan sıkça yararlanan sanatçı Imad Habbab, son zamanlarda kent ve insan ilişkisini ele alan temalar üzerinde çalışıyor.
Patricia A. Cordoba, sanat üretimiyle olan ilişkinin sanatçıyı dönüştürme olasılığıyla ilgileniyor. Sanatçı, eğitimci ve zanaatkar vasıflarıyla, baskı sanatının imkanı sınırlı olan gençler arasında yaygınlaşması için de çaba gösteriyor.
Alaa Alhassoun ise, yağlı boya ve sulu boya çalışmalarıyla, şiddet ve yerinden edilme konularını işliyor. Benliğini saklamak ve ortaya çıkarmak arasındaki tereddüt hali, Alhassoun’un sanatsal üretiminin merkezinde yer alıyor.
DAHA AZ GÖSTER