Locus Solus, merkezine aldığı “doğa” fikrini olgular, kurgular ve duygular perspektifinden irdelemeyi amaçlıyor. Doğa ile kültürün birbirlerine nüfuz etme ve birbirlerini etkileme biçimleriyle ilgilenen sergi, aynı zamanda organik süreçler ve doğal ortamlarla insan eylemliliği ve insan elinden çıkma yapılar arasındaki kesişim alanlarını i
DEVAMInceliyor. Sergide ilişkisel bir kavram olarak ele alınan “doğa”, yerler ile insan ve insan-olmayan varlıklar arasındaki geniş bağlantılar ağı üzerine yeniden düşünme imkânı tanıyor. Ortak anlatıların, ritüellerin, kolektif bilinçdışının ve bireysel deneyimlerin şekillendirdiği çok katmanlı bir inşa olan bu doğa fikri, aynı zamanda insani korkuları ve arzuları da yansıtıyor. Sergide yer alan yapıtlar, genel olarak “doğa” adı altında işaret ettiğimiz yerler, varlıklar ve süreçlerle kurduğumuz çelişkili ilişkiyi açığa çıkarıyor; heterojen âlemler arasındaki karşılıklı etkileşimi sahneye koyarak gerek maddi gerekse gayrimaddi bileşenleri birbirine bağlı bir ağ formüle ediyor. Bu ilişkiler ağında geçmiş geleceği yansıtıyor, gerçeklik fantezide ifadesini buluyor, maddi olan metafizik olana bağlanıyor, görünebilen görünemeyeni yankılıyor, var olan yitip gitmiş olanın hafızasını taşıyor ve gelmekte olanı öngörüyor. Locus Solus her şeyden önce, doğanın bizim dışımızda var olan, gelişen ve yok olan şeylerin ve varlıkların bir kataloğundan ibaret olmadığının farkındalığı ve doğanın doğallığının artık verili sayılamayacağı kanaati üzerine temelleniyor.
Hem bir yer hem de bir yolculuk olarak kurgulanan Locus Solus, Arter Koleksiyonu’ndan seçilen yapıtlarla bu sergi için üretilmiş işlerin de aralarında yer aldığı mekâna özgü büyük ölçekli yerleştirmeleri bir araya getiriyor. Sergi Latincede “yalnız yer” veya “biricik yer” anlamlarına gelen başlığını Raymond Roussel’in okurlarını bir malikanenin bahçesindeki tuhaf icatlar ve muhteşem yapılar arasında gezintiye çıkardığı aynı adlı romanından ödünç alıyor. Locus Solus başlığı, Roussel’in romanındaki teatral evrene atıfta bulunarak serginin mekânsal vurgusunu açığa çıkarırken, bir yandan da imgelerin ve sembollerin fiziki sınırların ötesine yolculuk edebildiği bir yere açılıyor.
Locus Solus, ancak mesken tutulmayan hiçbir yerin kalmadığı, hiçbir adanın ıssız olmadığı kabul edildiği takdirde, yalnız bir yerdir. Başka bir deyişle, buranın tenhalığı aldatıcıdır. Locus Solus, çeşitli büyüklükte birçok âleme ve yere yurda evsahipliği yapar, ne de olsa bir sürü birbaşınalık tek bir yere asla sığmaz. Sergideki her bir yapıt, doğal olan ile yapay olanın bir arada varlıklarını sürdürmekle yetinmeyip aynı zamanda iç içe geçip çarpıştıkları başlı başına bir dünya sunmaktadır. Buraya adım atan ziyaretçiler, yitik yerler, bilinçdışı manzaralar, yabancı topraklar, hayali mekânlar, buralar, oralar ve yok-yerler, mucizevi diyarlar, göksel, yerüstü ve yeraltı âlemler, kentlerde neredeyse hiç karşımıza çıkmayan yerler –dağlar, ormanlar, adalar, çöller, hatta cennetler– arasında gezinebilirler. Bu gerçek ya da hayali, fiziki ya da zihinsel alanlar arasında gezinirken, geçmiş yaşamların, miras alınmış pratiklerin, süregelen imgeler ve söylemlerin izlerini takip ettiklerini hissedebilirler.
“Doğa” fikrine atıfta bulunan yapıtlar, bizi insanların ve insan-dışı varlıkların âlemlerinin kesişim noktalarına yerleştirerek mekânı ve coğrafyayı duyumsanmaya açık yerler olarak deneyimlememize imkân tanır. Doğa ile kültürün birbirini dışlayan kategoriler olmadığı düşüncesinden yola çıkan bu yapıtlar, yerleşik kategorilerin sabitliğinden kopmayı arzularken bir yandan da kökleri derinlere uzanan bu ikilikleri bütünüyle ortadan kaldırmaktan geri durur. Bunun yerine, sözkonusu ikilikleri, alışılmışın dışında biçimler doğuran ve yeni bağlantılar kuran etkin bir mücadeleye dönüştürürler. Böylece maden, bitki, hayvan ve insan varoluşları arasındaki ilişkileri sorunsallaştırma, genişletme ve yenileme; hareketsiz şeylerle hisseden varlıklar arasındaki doğrusal olmayan akrabalıkları açığa çıkarma imkânı sunarlar. Karanlığın aydınlıkla, gelişimin çürümeyle, unutmanın hatırlamayla, trajedinin mucizeyle eklemlendiği bu yolculuk, mitlerin ve masalların döngüsel, tekrarlı yapısını çağrıştıran dairesel bir güzergâh çizer. Varış noktası olmayan bu yolculuğun şayet bir amacı olacaksa, bu amaç imgelemi çağdaş toplumların doğrusal ve ilerlemeci gidişatına bağımlılıktan kurtarmaktır.
DAHA AZ GÖSTER