Bugün hemen her yerde yaşantımıza değen bir tasarım nesnesi ile temas kurmamak imkansız hale gelmiştir. İçinde yaşadığımız kentler, cadde ve sokaklar, barındığımız konutlar, iş yerlerimiz, ulaşım araçlarımız, eğlence ve dinlenme mekanları, parklar, bahçeler, kent mobilyaları, gündelik hayatta kullandığımız sıradan tüketim nesnelerinden yi
DEVAMIyeceklerimizin paketlenme biçimine ve lüks nesnelerinin tamamı bir tasarım nesnesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bize düşen bütün bunların içinden kendi imkanlarımıza göre bir seçim yapmak ya da bir seçime zorlanmak. Mimari alanın başını çektiği bir tasarım heyulası içinde her yeni günün bir önceki günün tasarımını eskitmesi ve demode hale getirmesi, sonsuz bir döngü içinde tükenmeyen bir iştahla ilerlemektedir. Kafaları felç eden bu kaos içinde nasıl bir kaçış çizgisi izlemeli?
Öncelikle söz konusu tasarım oldu mu bir ayağımız gerçeğin dışındadır daima çünkü nihayetinde her tasarım bir kurgudur ve estetik bir talebi var demektir. Diğer bütün sanatsal alanlarda olduğu gibi tasarım da, estetik soyutlamayı besleyen belli bir entelektüel/zihinsel süreç hatta felsefik bir bakış açısı ister. Tasarlanması arzu edilen nesne, bu herhangi bir sıradan, gündelik kullanım eşyası da olabilir, kamusal içerikleri yoğun büyük mimari bir yapı da, verili dünyanın dışına çıkılarak tasarımlanabilir. İşte burada aklımıza yeni sorular eklenmektedir.
Bir tasarım nesnesini veya estetik bir formu epistemolojik, kültürel ve geçerli aklın bağlamından çıkarıp yeni bir önerme olarak sunmak mümkün müdür ? Ya da bütün işlevselliği ve estetik büyüsüyle yeni olarak sunulan bir nesne gerçekten yeni midir? Tasarım nesneleri nasıl bir pedagoji ve etik değerler ile üretilip nasıl bir toplumsallık fikri veya dünya görüşü ortaya koyar? Gibi sürüyle soru sormak mümkün. Bu soruların yanıtları her zaman tartışmalı olacaktır. Bir kesinliğe ulaşmak mümkün olmayabilir. Ancak bir tasarıma götüren yollar ve yapılar arasındaki ilişkileri mercek altına almakla belki bir tartışmanın kapısı aralanabilir. Tasarım nesneleri neticesinde belli formasyonların ve eğitim kalıplarının ve hatta o kalıpların vazgeçilmezleri olan araçların tanımlanmış rollerine başvurmak zorunda kalarak gelişir.
Tasarım dünyasının entelektüel, estetik ve teknolojik bilgi ile olan iç içelik hali dünyaya ve hayata dair sunduklarını düşünme sorumluluğunu dayatır. Dolayısıyla Post truth çağında tasarım, gerçeklikle bağımızı nasıl kuruyor buna bakmak gerek.
Bilgi patlaması çağında, büyüsü bozulmuş, tinini yitirmiş bir dünyadan bahsedilmektedir. İnsan, doğa, evren hakkında bilinen ve inanılan birçok mefhumun insanın giderilemez arzuları karşısında her geçen gün aşındığı veya yeni tutunma alanları ürettiği söylenmektedir. Bilgi üretimindeki geometrik artış, son birkaç yıla sığdırılan bilimsel üretim, bütün tarih boyunca üretilenlerin toplamını aşan bir hacme ulaşmış bulunmakta. Bilimsel paradigmalar ömrünü, eskiden bin yıllarla, yüz yıllarla korurken şimdilerde tek bir yılın döngüsü içinde sayısız bilimsel ve beraberinde teknolojik devrimlerden söz eder hale gelindi. Maddeye, tarihe, evrene ve bedene ait sair bilgi birikimi bir sonraki güne uyandığımızda çöpe atılmış halde bulunmaktadır.
Bu kaotik uzam içinde dünyayla ilişkimizi düzenlemek imkansız bir hal alırken yaşama dair bakışımız günübirlik değişimlerle travmatik bir seyir izlemeye başladı. Oysaki daha geçen yüzyılın sonlarına kadar bilime dair yaygın bir inanç hakimdi küresel boyutta. Dünyaya inancımızı düzenleyeceğine inandığımız okullarımız ve eğitim sistemlerimiz mevcuttu.
Tam bu noktada sorulması gereken son birkaç soruyu daha soralım: Nasıl oluyor da bilgi arttıkça dünya daha kötü bir yer olmaya başlıyor? Aklın, teknolojinin, ve organize haldeki bilimsel bilgi nasıl olur da insanları gittikçe daha mutsuz ve güvencesiz bir hayata mahkum ediyor? Ya da Bilgi kaynakları artarken öznelerin benzemezliği ve önerilerin farklılaşması beklenirken nasıl oluyor da birbirini kopya eden bir dünyaya doğru gidiliyor? Bütün bu problemler içinde tasarımcının ortaya koyduğu nedir? Tasarımcı tasarlamayı nasıl öğreniyor? Hangi yollardan geçip farklı olanı ortaya çıkarabiliyor ya da başta sorduğumuz gibi bu mümkün mü?
Burada kendisi de mimar olan Vesely’nin önerdiği bir kavrama başvurursak, Vesely, yapay perspektifin ortaya çıkışı ve Rönesans’ın ardından gelen Barok ve eşlik eden süreçlere bölünmüş temsil çağı‟ adını verir. Bu süreçte ilginç bir şey olmuştur. Temelde zihinsel bir süreç olan dünyayı temsil etme, tasavvur etme, kavrayış biçimimiz, yavaş yavaş bu temsili betimleyen resim, çizim gibi yığılarak artan evraka doğru kaymış ve ardından gelen büyük bir görselleştirme patlaması sonucunda temsil kelimesi zihinsel süreçlerle değil evrakla beraber anılır olmuştur. Tasavvur, tasvire doğru daralmıştır.
Dünyayı temsil etme biçimimiz, evreni tasavvur etme halimiz bu bilgi birikimi ile nasıl ayrıştı ve temsil edilemez bir hal aldı? Tüm sanatları güzel ve çirkin ayrımı yapmadan tek bir çatı altında toplayan techne kavramı aynı zamanda teknik ve teknoloji kavramlarının da kökeni olarak dünyayı bütüncül kavramanın ve temsil etmenin bir tür ifadesi idi. Techne’nin ayrışmış temsileri içinde tasarımcının dünyayı ve evreni tasavvur etme hali parçalı ve rekabetçi bir zihinsel terbiyelenme şeklini almış gözüküyor. Mimar, tasarımcı; neoliberal düzen içinde teknolojinin ve sermayenin eğitim üzerindeki hegemonyasından çıkışın yollarını zihinsel olarak kaçış çizgileri yaratarak var etmenin yollarını aramalıdır. Dünyayı tasarlarken, zihnine ve yaratıcı arzusuna başvurarak bu çemberi yarabilir. Bugün yaşayışımız ile onu temsil etme biçimlerimiz arasında büyük bir mesafe oluşmuştur çünkü. Bir şeyi tasarlarken, sadece eldeki teknik bilimsel yığına bakmak yeterli olmamaktadır. Tasarlanan her şey neredeyse, toplumun, doğanın ve evrenin hanesine eksi olarak yazılmaktadır. Yaşamı bütünsel olarak kavrama ve her kavrama biçiminin bir dünya görüşüne karşılık geldiğini akılda tutmanın gerekli olduğunu düşünmek gerek.
DAHA AZ GÖSTER