Galeri 77, 16. İstanbul Bienali teması olan “Yedinci Kıta” kavramına odaklanarak 5 Eylül-12 Ekim tarihleri arasında Sergey Narazyan’ın “Canlı Rüyalar ve Taşra Trajedileri” isimli İstanbul’daki ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. İnsan yerleşim alanlarının hızla büyüdüğü, şehir-doğa ayrımının gittikçe daha da bulanıklaştığı günümüz
DEVAMIde “iyi bir hayat” hayaliyle hiç düşünmeden arkada bıraktıklarımızı ve bu uğurda yaşadığımız kadim topraklarla kurduğumuz bağın geldiği noktayı merkezine alan sergi, sanatçının birbirinden seçkin kâğıt üzerine pastel eserlerini Galeri 77’nin Karaköy’deki mekânında tüm sanatseverlerin beğenisine sunuyor.
Evren, dünya, insan ve tüm varlıkların misyonunun karşıtlıklarla dolu bir yaşamı dengeleme çabası olduğu düşünülürse sürdürülebilir bir dünyayı da mümkün kılabiliriz. İnsan tabiatın bir parçası olmayı bırakıp uzaklaştığından bu yana dünya daha çok zarar gördü. İnsanlar için daha iyi bir hayat hayal edilirken gelişimin getirebileceği zararlar iyi hesap edilmedi, öngörülemedi ve iyi hayat hayali evimizi tehdit etmeye başladı.
İçinde yaşadığımız dünyanın yeni bir yok oluş çağına girdiği konusunda pek çok bilim insanı hemfikir. Artık üzerinde yaşadığımız gezegenin insan eli değmemiş köşeleri gitgide azalırken insan yerleşim alanlarının hızla büyüdüğü ve üzerinde yaşayan nüfusun kontrolsüz genişlemesiyle şehir-doğa ayrımının gittikçe daha da bulanıklaştığı bir noktaya ulaştık ve Dünya’ya verilen zararın boyutlarını hala idrak etmiş değiliz. Yedinci Kıta, tam da zararın boyutlarını göstermek için çıkış noktasını, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınından alıyor. Yedinci Kıta, 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana geliyor.
İnsanın kendi eliyle yaptığı yıkım sadece ekolojik boyutta değil aynı zamanda kendi hayatlarımızı yıkıyoruz. Ekonomik koşullar, savaşlar, iklim koşulları ve açlık göçe yol açıyor. Daha iyi bir yaşam hayaliyle insanlar doğdukları toprakları, evlerini, kültürlerini kaybediyorlar. Sergey Narazyan, bu perspektifle insanların geride bıraktığı boşluğu resmediyor. Bize kaybettiklerimize tekrar dönüp bakmamızı öneren Narazyan, insanın doğa karşısındaki gücü ve güçsüzlüğü üzerine etkileyici kompozisyonlar sunuyor. Şehirlere yığılan insanların taşrada bıraktığı evlerin boşaldığı, genç nüfusun yok olduğu, ıssız sokaklar ve sonsuz bir yalnızlığın hâkim olduğu manzaraları kâğıt üzerine pastelle işleyen Narazyan, eserlerini “Taşra Trajedileri” adı altında sunuyor.
Narazyan’ın, son yıllarda yaptığı çalışmaların birçoğu karşıtlık üzerine kurulu. Yaşam ve ölüm, gençlik ve yaşlılık, güç ve güçsüzlük gibi temaları, farklı figürler aracılığıyla bir fikre dönüştüren sanatçı, bir eserinde, sisli bir havada yüksek dağların arasında küçücük görünen askeri birliklere tepeden baktırarak, gözde büyütülen askerlerin içsel korkularının zayıflığını yani; gücün güçsüzlükle yürümesini gösterir. Bazen ise durağan insan figürleri kullanarak, yılların yüküyle ağırlaşan vücut duruşlarını, deneyimin bilinciyle yoğrulan bir bakışla pekiştirir. Yaşlanmanın yarattığı tahribatı ve biriken hatıraları insanla sınırlı tutmayan sanatçı, olgunlaşmış meyveleri ya da “İhtiyarlar” adını verdiği eserinde olduğu gibi bakımsız otların içinde iki eski ahşap kulübeyi resmederken, izleyeni varoluşun evrelerini düşünmeye sevk eder. Narazyan’ın eserlerinde zemin de anlama büyük katkıda bulunur. Bazen kırışık bir kumaş, bazen dalgalara benzeyen kıvrımlar, bazense doğu kilimlerinin motifleri ve ipekli kumaşlar, hikâyenin tamamlayıcı öğeleri olarak öne çıkar. Ölüm temalı bu kilim motifleri, aynı zamanda insanın ebedi yolculuğunun simgesi olarak resmedilir. Bazense sanatçı, motifleri ipek kumaşlarla kesiştirip farklı zaman kesitleri yaratır. “Kırmızı Ruj” adlı eserinde Narazyan, bu zaman dilimlerinin kesişim noktasında, yaşlanmanın bozduğu fiziksel görünümüne inat çiçekli bluz giyen kırmızı rujlu bir kadını resmederek, yeniden yaşam döngüsünü düşünmemizi ister.
Sergi teknik açıdan küçük-orta ölçekli kâğıt üzerine pastel işlerden oluşmaktadır. Zaten, Sergey Narazyan çalışmalarında teknik olarak sadece bu malzemeyi kullanan enteresan bir sanatçı. Akademiden mezun olduğu 1995 yılından bu yana başka hiçbir malzemeye yönelmeden pastel tekniğinde uzmanlaşmayı tercih etmiş ve zaman içinde bu tekniğini geliştirerek üst bir noktaya taşımayı başarabilmiştir. Özellikle monokrom işlerinde sanatçının pasteli füzen ve karakalem gibi çok farklı algılanabilecek şekilde kullandığına şahit oluyoruz. Sanatçı genelde eserlerinde hayatın yavaş yavaş dönüşerek uykuya çekilmeye başladığı sonbahar tonlarını tercih eder. Mevsime özgü tüm renk katmanlarının iç içe geçtiği, sisli puslu bir havanın hâkim olduğu bu teatral ortamlara bir de güneş ışınlarının daha yatay geldiği sonbahar ışıkları altında uzayan gölgeleri de ekleyerek tamamen heyecan uyandıran pitoresk atmosferler yaratır.
Sergide yer alan eserleri konusu itibariyle iki ana başlık altında toplayabiliriz. İlk bölüm; tamamen yaşamdan yoksun veya tek tük canlının hayal meyal seçilebildiği puslu ve dingin uçsuz bucaksız doğa manzaraları ile eskimiş, terkedilmiş ve belki de çoktan unutulmuş hayalet kasabaların hüzünlü görüntülerinin yer aldığı pastoral resimlerden oluşmaktadır. İkinci bölüm ise, daha çok hayatın olgunluk evresi ve fiziksel yaşlanmayı merkezine alan durağan insan figürlerinden meydana gelmektedir. Bu resimler, hayatın yükü altında gittikçe ezilen ve yaşlanmanın getirdiği tüm tahribatı üzerinde taşıyan kırılgan bedenlerine rağmen hala daha buruk bir mutluluk ve derin ifadeler taşıyan kırsal bölge insanlarını merkezine alır. Tüm resimlerde ortak melankolik bir his hâkim sürerken sanatçının yer yer yumuşak ve sert boya dokunuşlarıyla bir araya getirdiği ustalıkla inşa edilmiş kompozisyonlarında sanki hep var olacakmış sandığımız ve hatta hatıralarımızdaki gibi canlı kalacağını düşündüğümüz çevrenin zaman içinde uğradığı tahribat ve çöküşü iliklerimize kadar hissederiz. Bu karşıtlık hissini artırmak için sanatçının eserlerinde sıklıkla sembolizm ve hiciv sanatına başvurduğunu söyleyebiliriz.
DAHA AZ GÖSTER